top of page

Pierre Cardin’in Küçük Cenneti: Palais Bulles

  • kocerbegum
  • 9 saat önce
  • 2 dakikada okunur

Cannes kıyılarında yükselen Palais Bulles, Pierre Cardin’in hayal gücüyle şekillenen avangard bir yaşam alanı. Moda, mimari ve fütürist tasarımın buluştuğu bu ev, hâlâ mimarlara ilham veriyor.


Pierre Cardin - Palais Bulles

Kayalıkların üzerine yerleşmiş bir hayal. Renk olarak pembe, form olarak küre, anlam olaraksa tamamen başka bir şeye ait. Palais Bulles’a dışarıdan bakınca, bir bilimkurgu sahnesine ya da gerçekliğin kısa süreliğine şekil değiştirdiği bir ana tanıklık ediyormuş gibi hissediyorsunuz ama bu sadece bir ev. Ya da gerçekten öyle mi?



Pierre Cardin’in “küçük cennetim” dediği bu yapı, Cannes kıyılarına bakan bir yamaçta, 1970’lerin sonundan 1990’lara kadar inşa edildi. Mimar Antti Lovag’ın hiçbir düz çizgiye yer vermediği planı, yalnızca görsel bir oyun olmamakla birlikte, mimarlığın temel önermelerine bir itirazdı. Lovag’a göre düz çizgi doğaya aykırıydı. Bu yüzden Palais Bulles’ta hiçbir duvar köşeye yaslanmaz. Tüm hacimler iç içe geçmiş baloncuklar gibi akar; mekânın yönü değil, duygusu vardır.


Her biri ayrı bir küre olan odalar, içine gireni izole etmez, aksine yavaşlatır. İçeride hareket ettikçe düz çizgilerin olmamasının ne anlama geldiğini fark edersiniz: yön kaybolur, zaman kıvrılır. O yüzden buraya ev değil, bir sistem demek daha doğru. Bir organizma gibi; kıyıya tutunmuş, kıpırtısız ama canlı.



Bu mimari ifade, Cardin’in modadaki diliyle birebir örtüşür. 1960’lardan itibaren giyimde uzay çağını başlatan tasarımları, Palais Bulles’ta hacme ve forma dönüşür. Evdeki mobilyaların çoğu Cardin’e ait. Yuvarlak yataklar, amorf koltuklar, kesintisiz yüzeyler. Yaşamı fonksiyonlar üzerinden değil, deneyimler üzerinden kurmaya çalışan bir estetik anlayışının mimarideki karşılığı.


Dior Cruise 2015 - Palais Bulles Cannes

Cardin’in Palais Bulles evi sadece yaşanacak bir yer değil; izlenecek de bir yer. Bir sahne gibi çalışıyor. Zeminler amfitiyatroya açılıyor, odalar birer kulis gibi ayrılıyor, teraslar bir bakıma seyirciye dönüyor. 2015 yılında Dior’un Cruise koleksiyonu defilesi bu evde gerçekleştiğinde, modeller kırmızı halıda değil, bu kıvrımlı mimarinin üzerinde yürüdü. Manzaraya karşı değil, manzarayla birlikte poz verdiler. Raf Simons’un o sezon sunduğu silüetler, Palais Bulles’un organik formlarıyla konuşan bir ritim yarattı. Kumaşın dökümüyle betonun eğriliği birbirine karıştı. O günden sonra Palais Bulles, mimarlık çevreleriyle birlikte moda tarihinin de referanslar hanesine eklendi.


Cardin burayı yalnızca bir yaşam alanı olarak değil, kendi sanatsal ağı gibi kurguladı. 10’dan fazla süit, farklı sanatçılara verildi. Her biri kendi estetik dilini, malzeme seçimlerini, ışık anlayışını bu küresel yapı içinde denedi. Bazı odalar sergi alanına, bazıları yalnızca bir görüş açısına dönüştü. Evin içinde gezinirken her süit başka bir zaman dilimi gibi açılıyor; geçmiş, gelecek ve şimdi üst üste biniyor.



Gün batımı geldiğinde yapı üzerindeki pembe tonlar, derin kızıla kayıyor. Beton değil, kumaş gibi davranıyor Palais Bulles. Işığı içine çeken, sonra geri yansıtan bir yüzeye dönüşüyor. Her akşam, aynı küreler ama bambaşka bir atmosfer. Sanki mimari değil, hava durumuna göre kişilik değiştiren bir canlı gibi.


Palais Bulles, estetikle yaşanabilirliğin birbirinden ayrılmak zorunda olmadığını kanıtlıyor. Geometrik olmayan bir evde, alışıldık olmayan bir hayat yaşanabileceğini gösteriyor ve en başından beri tek bir soruyu içinde taşıyor:


Bir ev, yalnızca içinde yaşanmak için mi yapılır, yoksa yaşamak istediğin şeyi hatırlamak için mi?

Comentarios


logo tek yazı
  • Instagram
bottom of page