top of page

Boş arama ile 108 sonuç bulundu

  • 2025’in En Çok Kazanan Sporcuları Açıklandı

    Küresel spor sahnesinin zirvesindeki isimler, yalnızca oyun alanlarında kendilerini göstermekle kalmıyorlar, aynı zamanda iş dünyasında da kuralları belirliyor. Her yıl merakla beklenen prestijli bir listenin 2025 edisyonu, bu yıl da atletik performansın ötesine geçerek sporun küresel ekonomideki yerini gözler önüne seriyor. Futboldan basketbola, Amerikan futbolundan boksa uzanan bu liste; yeteneklerini, kişisel marka gücüne dönüştürmeyi başaran 10 erkeği sıralıyor. Ne yazık ki, bu yıl da listede kadın sporculara yer yok; bu durum, kadın sporlarında hâlâ aşılması gereken büyük uçurumu bir kez daha hatırlatıyor. Listenin zirvesinde, sahadaki etkisini hâlâ kaybetmeyen Cristiano Ronaldo  yer alıyor. 275 milyon dolarlık geliriyle liderliğini sürdüren Ronaldo, bunun 225 milyonunu sahadaki performansından, 50 milyonunuysa sponsorluk ve iş birliklerinden elde etti. Onu, 4.000 üçlük barajını geçen ilk NBA oyuncusu olarak tarihe geçen Stephen Curry  izliyor. Golden State Warriors yıldızı, 156 milyon dolarlık toplam geliriyle bir basketbolcudan fazlası. Üçüncü sırada boksun tartışmasız yıldızı Tyson Fury  yer alırken, Amerikan futbolundan Dak Prescott  ve futbol dünyasının efsanelerinden Lionel Messi  de listeye giren isimler arasında. LeBron James, Juan Soto, Karim Benzema, Shohei Ohtani  ve Kevin Durant  ise sıralamayı tamamlıyor. Bu 10 isim yalnızca spor müsabakalarındaki başarılarıyla değil; aynı zamanda sosyal medyadaki etkileri, kişisel yatırımları ve küresel markalarla kurdukları stratejik ortaklıklarla da dikkat çekiyor. Artık bir sporcunun geliri, saha içindeki başarı kadar, saha dışındaki vizyonuna da bağlı. 2025’in en çok kazanan sporcuları: Cristiano Ronaldo – 275 milyon USD Stephen Curry – 156 milyon USD Tyson Fury – 146 milyon USD Dak Prescott – 137 milyon USD Lionel Messi – 137 milyon USD LeBron James – 133.8 milyon USD Juan Soto – 114 milyon USD Karim Benzema – 104 milyon USD Shohei Ohtani – 102.5 milyon USD Kevin Durant – 101.4 milyon USD

  • Pierpaolo Piccioli, Balenciaga’nın Yeni Kreatif Direktörü

    Valentino’dan sonra şimdi de Balenciaga: Pierpaolo Piccioli, şiirsel haute couture vizyonunu Cristóbal Balenciaga’nın mirasıyla buluşturmaya hazırlanıyor. Moda dünyasında sık rastlanmayan bir geçiş yaşanıyor. Balenciaga, estetik algısını keskin bir manevrayla dönüştürmeye hazırlanıyor. Kering, 10 Temmuz itibarıyla markanın kreatif direktörlüğüne Pierpaolo Piccioli’nin getirileceğini açıkladı. Piccioli, son yirmi beş yılını geçirdiği Valentino’da yüksek modaya duyarlı, şiirsel ve sofistike bir tasarım dili inşa etti. Renkleri bir ruh hâli, siluetleri birer heykel gibi ele alan yaklaşımı, onu sadece bir tasarımcı değil, çağdaş couture’ün en etkili anlatıcılarından biri haline getirdi. Paris, Roma, Pekin ve Venedik’te sahnelenen koleksiyonları, moda tarihine yalnızca göz alıcı kareler değil, insani bir zarafet anlayışı da kazandırdı. Artık bu zarafet, bambaşka bir sahnede, Balenciaga’nın kristalize arşivleriyle buluşmak üzere yola çıkıyor. Kering tarafından yapılan açıklamada, Piccioli’nin “Cristóbal Balenciaga’nın mirasıyla uyum içinde, Demna döneminin başarısını üzerine inşa ederek yeni bir vizyon getireceği” vurgulandı. Bu ifade, iki farklı estetik anlayış arasında dikkatli bir geçişin planlandığını işaret ediyor. Son on yılda Balenciaga’nın kimliğini yeniden tanımlayan Demna, modern lüksü sokak kültürüyle iç içe geçirerek markaya hem provokatif bir dil hem de güçlü bir ticari ivme kazandırmıştı. Ancak bu yaklaşım zamanla markanın couture mirasıyla arasındaki mesafeyi de büyütmüştü. Piccioli’nin gelişiyle birlikte bu mesafenin kapanması ve markanın özüne daha yakın bir duygu dünyasına yönelmesi bekleniyor. Onun couture’e yaklaşımı teknik bir ustalıktan öte, duygusal bir ifade alanı sunuyor. Stilize edilmiş güzellikten çok, insan olmanın katmanlarını yansıtan bir dili var. Renk kombinasyonlarındaki özgürlük, formlardaki cesaret ve anlatımındaki sadelik; Balenciaga’nın tarihsel çizgisiyle birleştiğinde markaya yeni bir evre kazandırabilir. İlk tasarımlarını Ekim ayında görmemiz bekleniyor. Henüz tam anlamıyla bir defile planı açıklanmasa da, haute couture geleneğiyle kuracağı diyalog şimdiden sektörün en çok merak edilen konularından biri. Zira Piccioli, yaptığı ilk açıklamada bu mirası “moda tarihinin en etkileyici anlatılarından biri” olarak tanımlıyor ve yeni dönem için “bu evin hikâyesine bir bölüm daha eklemek” niyetinde olduğunu söylüyor. Radikal geçişlerin yaşandığı bir yılda; Gucci’den Chanel’e, Dior’dan Balenciaga’ya kadar, bu atama görev değişiminden öte, modernliğin sınırlarını zarafetle yeniden çizen bir hareket olarak yorumlanıyor. Şimdi gözler, Piccioli’nin Balenciaga defterinde açacağı ilk sayfada.

  • Estetik Karmaşa Akımı Cluttercore

    Minimalizmin boşluğunu kişisel hikâyelerle dolduran Cluttercore, evleri estetik kurallardan özgürleştirerek bireysel hafızaların sahnesine dönüştürüyor. Minimalizmin düzenli rafları, nötr tonları ve kusursuz geometrileri uzun süredir evlerimize estetik bir sadelik getiriyordu. Ancak artık daha samimi, daha kişisel ve daha gerçek bir şeye ihtiyaç duyuyoruz. Z kuşağının iç dünyası boş alanlarda yankılanmıyor. Bu yüzden Cluttercore sahneye çıkıyor. Yeni nesil dekorasyonun bu özgür ruhlu akımı fazlalıkları kucaklıyor. Her şeyin bir anlamı ve yeri var fakat hiçbir şey mükemmel değil. Renkli kupalar, ikinci el lambalar, çocukluktan kalma oyuncaklar, seyahat magnetleri… Her biri bilinçli bir şekilde bir araya geliyor. Cluttercore’da dağınıklık kişisel bir hafıza örgüsüne dönüşüyor. Pandemi sonrası şekillenen yaşam biçimleri bu akımın görünür hâle gelmesini hızlandırdı. Evlerinde daha fazla vakit geçiren yeni nesil yaşadığı alanlarda estetikten çok hikâye aramaya başladı. Cluttercore bu ihtiyaca doğrudan yanıt veriyor. Cottagecore gibi doğaya dönüş estetiklerinden farklı olarak bireysel hafızayı ve duygusal objeleri merkeze alıyor. Sosyal medya platformlarında, özellikle TikTok’ta hızla yayılarak bir dekorasyon tarzının ötesine geçip bir ifade biçimine dönüştü. Bu trend standart dekorasyon kalıplarına karşı bireyselliği savunuyor. Estetik anlayışı objelerin duygusal değerine dayanıyor. Bir tablo rengiyle değil, çağrıştırdığı anıyla anlam kazanıyor. Moda kavramının ötesinde aidiyet duygusuna odaklanıyor. Renk paletleri kuralları reddediyor. Vintage bir masa lambasıyla neon bir duvar yazısının yan yana geldiği sahnelerde dışarıdan bakıldığında kaotik gibi görünen, içeriden bakıldığındaysa tamamen kişisel bir uyum yakalanıyor. Cluttercore bir dekorasyon anlayışı olmaktan çok kişisel ifadenin bir yolu. Evin her köşesi kimliğin, duyguların ve geçmişin görünür hâline dönüşüyor. Bazen bir odanın en estetik hâli içinde en çok sen olan hâlidir. Evinde Cluttercore Ruhu Yaratmak İçin 4 Adım 1. Kendi Hafıza Haritanı Oluştur Anlamı olan eşyalarını bir araya getir. Çocukluktan kalan bir obje, bir konser bileti, sevdiklerinden aldığın küçük hediyeler… Her eşya kişisel bir hikâyenin parçası olsun. 2. Renkten ve Katmandan Korkma Farklı renkleri, desenleri ve dokuları birlikte kullan. Mükemmel uyumu aramak yerine sana iyi hissettiren bir bütünlük oluştur. 3. Mükemmellik Takıntısını Bırak Cluttercore düzenden çok ruhla ilgilenir. Eşyaların muntazam bir sırada olması gerekmez. Asıl uyum objelerin çağrıştırdığı duygularda gizli. 4. Alanına Zaman Tanı Bu tarz bir anda tamamlanmaz. Evin hayatınla birlikte değişsin, büyüsün. Yeni anılar, yeni objeler ekleyerek zamanla kendine özgü bir dünya kur.

  • Moda Markaları Neden Parfüm Çıkarıyor?

    Moda yalnızca kıyafetlerle ilgili değildir, hiçbir zaman da bununla sınırlı kalmamıştır. Moda bazen bir tavırla, bazen yapılan makyajla, bazen de bıraktığın kokuyla tanımlanır. İnsanlar bir kıyafeti beğenebilir ama bir kokuyla bağ kurar. Moda evleriyse bunu çok iyi biliyor. Bu yüzden koleksiyonlara eklenen her yeni silüetin yanında bir de koku bırakıyorlar artık; görünmeyeni, hissedileni, unutulmayanı. Koku duyusu insan hafızasının en derin yerinde çalışıyor. Bir parfüm, yıllar önceki bir yaz sabahını, ilk buluşmadaki kalp çarpıntısını ya da uzaklaştığınız ama unutmadığınız birini geri getirebilir. Lüks moda evleri içinse bu, görünmeyen ama hissedilen bir güç anlamına geliyor. Couture bir elbiseyi herkes alamayabilir ama aynı hikâyeye ait bir koku taşıyabilir. Bu yüzden parfümler, lüks markaların hem erişilebilirlik hem de kalıcılık stratejisinin merkezinde. Peki neden insanlar lüks kokulara bu kadar ilgi duyuyor? Çünkü bu kokular sıradan değiller. Kalıcılıkları, notaların katman katman açılması, burna değil ruha hitap etmesiyle farklılaşıyorlar. Bir niş parfüm, taşıyana özgü bir hikâye dönüşüyor. Chanel – Coco Mademoiselle Zarif ama belirgin. Turunçgil ve gül ile açılan, ardından paçuliyle derinleşen bu koku, şehirli kadının modern ve zamansız ruhunu taşıyor. Dior – Sauvage Maskülenliğe getirilen modern bir bakış. Bergamotun ferahlığıyla başlayıp ambroxan ve vetiverin derinliğiyle tamamlanan bu koku, artık sadece erkek parfümü değil, bir fenomen. Yves Saint Laurent – Libre Lavanta, portakal çiçeği ve vanilya… Özgürlük hissini ten üzerinde taşıyan bu parfüm, isminin hakkını veriyor. Feminen ama güçlü, zarif ama kararlı. Tom Ford – Black Orchid Karanlık, baştan çıkarıcı, karşı konulmaz. Siyah trüf, ylang ylang, vanilya ve paçulinotalarıyla güçlü bir iz bırakıyor. Gecelere ait. Gucci – Bloom Beyaz çiçeklerin saf hali. Yasemin ve hanımelinin yoğunluğu, bir bahçede yürüyormuş hissi yaratıyor. Romantik ama yapay değil. Prada – Luna Rossa Ocean Modern, temiz ve sofistike. Bergamotun ferah açılışı, adaçayı ve iris ile derinleşirken sonlarda vetiver ve amber ile tamamlanıyor. Denizden ilham alan bu koku, teknoloji ve doğanın zarif bir sentezi gibi. Sessiz ama etkili bir iz bırakıyor. Dolce & Gabbana – The One Bergamotla açılan, amber ve miskle kapanan bu koku, klasik İtalyan cazibesini taşıyor. Etkileyici ama kendini fazla göstermeyen bir tavırda. Maison Margiela – By the Fireplace Tütsü, vanilya ve hafif yanık odun kokusu. Sıcak bir kış gecesi gibi. Margiela’nın “Replica” serisi, sadece koku değil, bir anı yaratıyor.

  • Romanlar Ekrana Uyarlanınca Büyüsünü Kayıp mı Ediyor?

    Kelimelerle kurulan dünyalar, perdeye taşınırken ne kadar hayatta kalabiliyor? Edebiyat uyarlamalarının görünmeyen sınavı üzerine. Bir romanın dünyası, satırlarda sonsuzca büyürken; sinema perdesine taşındığında aynı büyüyü koruyabilir mi? Yoksa uyarlama süreci, hikâyenin ruhundan vazgeçmek anlamına mı gelir? Edebiyat, kelimelerin sınır tanımadığı bir evrendir. Karakterlerin iç sesi, zamanın esnekliği ve sahnelerin derinliği, okurun zihninde eşsiz bir deneyim yaratır. Sinema ise zamana, görselliğe ve yapısal sınırlamalara bağlıdır. Bu yüzden bir romanı birebir uyarlamaya çalışmak çoğu zaman onu eksiltmek anlamına gelir. Uyarlamaların en temel açmazı, romanın hikâyesini almakla yetinip ruhunu yitirmeleridir. Frank Herbert’in devasa evrenini anlatan Dune (2021) , etkileyici bir görsel vizyon sunarak büyük bir sinematografik başarıya imza attı. Denis Villeneuve’ün yönetmenliğinde şekillenen film, Oscar ödülleriyle de taçlandı. Ancak bütün bu teknik mükemmeliyet, romanın içsel derinliğini ve karakterlerin psikolojik sorgulamalarını tam anlamıyla taşıyamadı. Dune , büyük bir görsel destan olmayı başardı ama aynı ölçüde zihinsel bir yolculuğa dönüşemedi. Öte yandan Sally Rooney’nin Normal People  uyarlaması, minimal anlatımı ve karakterlerin iç çatışmalarını perdeye sabırla taşıyan yönetimiyle romanın ruhunu canlı tutmayı başardı. Lenny Abrahamson’un sade ve sezgisel yönetimi, hikâyenin duygusal tonunu neredeyse görünmez bir zarafetle aktardı. Paul Mescal ve Daisy Edgar-Jones’un doğal oyunculukları, metindeki kırılganlığı ekrana sözcüksüz taşıdı. Her uyarlamada kaçınılmaz bir tercih vardır: ya romana sadık kalacak ve anlatımın sinemasal ritmini feda edeceksiniz, ya da hikâyeyi özgürce uyarlayıp başka bir sanat formuna dönüştüreceksiniz. İkisini birden kusursuz yapabilenler çok azdır. Belki de bunun nedeni, uyarlamanın doğası gereği bir tür eksiltme sanatı olmasıdır. “Bir film uyarlaması, bir çeviri değil; bir dönüşümdür.” — Linda Hutcheon, Uyarlama Kuramı Bir roman, okurla bireysel bir ilişki kurar. Her okurun zihninde karakterlerin sesi, yüzü, hatta mekânların kokusu farklıdır. Filmse seyirciye tek bir görsel gerçeklik sunar. Bu gerçeklik çoğu zaman okurun zihninde kurduğu dünyayla örtüşmez. Gillian Flynn’ın Gone Girl  romanı, David Fincher’ın yönetiminde karanlık bir atmosfere büründü. Ancak okurun kafasında yaşayan Amy Dunne karakteri, Rosamund Pike’ın yorumu kadar keskin ve soğuk olmayabilirdi. Uyarlamalar, kişisel bir deneyimi toplu bir ürüne dönüştürmenin kaçınılmaz gerilimini taşır. Sinemanın bir diğer sınavı süredir. Romanlar, karakterlerin iç dünyasında derinlemesine dolaşır. Film, bu dünyayı birkaç sahne ve diyalogla aktarmak zorundadır. Yüzlerce sayfalık bir romanı iki saatte anlatmak, ister istemez karakterlerin ve ilişkilerin karmaşıklığını basitleştirir. Peter Jackson’ın Yüzüklerin Efendisi uyarlaması, bu açmazı kısmen aşmayı başardı ancak Tolkien’in detaylı evrenini taşımak için bazı karakterlerden ve olay örgülerinden feragat etmek zorunda kaldı. Bazı romanlar doğaları gereği uyarlanamaz. Uyarlanmaya çalışıldıklarında ya ruhlarından ya da bütünlüklerinden taviz verirler. Başarılı uyarlamalar, metni kopyalamak yerine yeniden yorumlar. Stanley Kubrick’in A Clockwork Orange  filmi, Anthony Burgess’ın distopik dünyasını kendi sinema diliyle baştan inşa etti. Greta Gerwig’in Little Women  yorumu da klasik bir hikâyeye çağdaş bir bakış kazandırdı. Başarı, sadakatle değil, duygunun ve atmosferin yeni bir forma taşınabilmesiyle gelir. “Başarılı uyarlamalar romanları kopyalamaz; onları başka bir dile çevirir.” — André Bazin Bir romanı iyi bir filme dönüştürmek, yalnızca hikâyeyi anlatmak değil; hikâyenin zihinde ve kalpte bıraktığı izleri başka bir sanat formunda yeniden var etmektir. Bunu yapabilen uyarlamalar zamana karşı dayanır. Diğerleri ise yalnızca hayal kırıklığı olarak hatırlanır. İzleyebileceğiniz En İyi 5 Edebiyat Uyarlaması Film/Dizi Atonement (2007) Ian McEwan’ın romanından uyarlanan film, pişmanlık ve zamanın ağırlığını çarpıcı bir görsellikle işler. The Remains of the Day (1993)  Kazuo Ishiguro’nun kırılgan anlatımını koruyan, ağırbaşlı bir başyapıt. Call Me by Your Name (2017)  André Aciman’ın sıcak ve duygusal hikâyesini zamana yayılan sahnelerle hissettiren bir adaptasyon. No Country for Old Men (2007)  Cormac McCarthy’nin minimalist şiddet dilini Coen Kardeşler’in soğukkanlı sinemasıyla birleştirir. Normal People (2020, mini dizi)  Sally Rooney’nin içsel çatışmalarla dolu romanı, Lenny Abrahamson’un sezgisel yönetimiyle ve Paul Mescal ile Daisy Edgar-Jones’un doğal performanslarıyla ekrana güçlü bir sadelik içinde taşındı.

  • Euphoria ve Skins: İki Kuşağın Aynasından Gençlik

    Gençlik anlatıları her zaman popüler kültürün en çok izlenen yüzlerinden biri oldu. Her dönem kendi kuşağını temsil eden yapımlarla yeniden yorumladı. 2007’de İngiltere merkezli Skins , 2019’da ise ABD yapımı Euphoria  bu çizgide iki farklı dönemin, iki ayrı bakış açısının simgesi hâline geldi. Her ikisi de kayıp, bastırılmışlık ve kimlik arayışı ekseninde ilerliyor. Fakat estetik, anlatı dili ve seyirciyle kurduğu bağ bambaşka. Bu yazı, bu iki diziyi yalnızca karşılaştırmak değil, aynı zamanda temsil ettikleri kültürel dönüşümle bağlantısının sandığımızdan daha derin olduğunu ele alıyor. Kirli Gerçekçilik Skins, 2000’lerin başındaki İngiltere'sini bir laboratuvar gibi inceledi. Oyuncular makyajsız, diyaloglar filtresiz, sahneler plansız hissi veriyordu. Dizi, gerçek hayattaki gençlik deneyimlerinin karmaşık doğasına sadık kalarak en ham haliyle ekranlara taşıdı. Her karakter, kendi evreninde bağımsızdı. Kimi zaman yönetilmiyormuş gibi akan sahneler, seyirciyi gözlemci konumuna çekti. Anlatmak yerine yaşatmayı tercih etti. Skins’in başarısı, gençliğe üstten bakmak yerine onunla aynı hizaya gelmesi, yaşanabilecek ihtimalleri birlikte deneyimlemesiydi. Estetikle Çerçevelenen Çöküş Euphoria, Skins’in açtığı yolu bir estetik manifestoya dönüştürdü. Neon ışıklar, simli gözyaşları, yavaşlatılmış çekimler, sahne geçişlerinde müzikal montajlar… Tüm bu unsurlar, anlatıyı görsel bir şiire çevirdi. Gerçekliği adeta bir fantezi dünyasına sokarak izleyicileri esir altına aldı. Fakat Rue’nun bağımlılığı ya da Jules’un kimlik arayışı gibi meseleler, çoğu zaman bu şiirsel atmosferin içinde daha soyut ve teatral bir hâle büründü. Dizi, acıyı bir gösteriye dönüştürmekle eleştirildi. Bu da seyircide çelişkili bir duygusal bağ yarattı: Hissediyor muyuz, yoksa sadece izliyor muyuz? Kuşaklararası Farklar Skins’in doğduğu dönem, henüz sosyal medyanın hayatın her alanını şekillendirmediği bir zamandı. Duygular daha içe dönük yaşanıyor, ilişkiler daha kopuk ama daha sahici hissediliyordu. Euphoria ise post-sosyal medya çağının çocuğu. Anlatı yalnızca iç dünyayı değil, onun dışa vurumunu da merkeze alıyor. Her karakter, bir yandan yaşarken bir yandan da performans sergiliyor. Bu fark, yalnızca estetik tercihlerden değil, iki farklı çağın duygusal kodlarından kaynaklanıyor. Stil Yoluyla Kimlik Arayışı Skins  ve Euphoria, aynı zamanda bir kuşağın nasıl görünmek istediğini, stil üzerinden kendini nasıl ifade ettiğini de tanımladı. Kıyafetler bu dünyalarda birer karakter analizi gibiydi. Skins , 2000’lerin sonunda çabasız gerçekliğin stilini kurdu. Tony’nin sade kombinleri, Cassie’nin vintage-romantik görünümü, Chris’in renkli dağınıklığı karakterlerin iç dünyalarıyla örtüşüyordu. Ve elbette Effy Stonem —simsiyah göz kalemi, yırtık taytları ve umursamaz karizmasıyla bir kuşağın stil ikonu oldu. Euphoria  ise aynı dili daha stilize bir zeminde kurdu. Rue’nun bol hoodie’leri, Maddy’nin cesur silüetleri, Jules’un pastel transparan katmanları karakterlerin duygusal hâllerine birebir eşlik etti. Makyaj da kostüm değil, duygu taşıyan bir sembole dönüştü: sticker eyeliner’lar, glitter tears ve simli göz kapakları sahnelerin duygusal tonunu belirledi. Skins , sokaktaki dağınıklığı giydirirken; Euphoria , duygusal kırılganlığı giyilebilir bir estetiğe dönüştürdü. İzleyici Gözlemci mi, Tanık mı? Skins, izleyicisini sessiz bir gözlemci olmaya davet etti. Hatta zaman zaman rahatsız edici bir dürüstlükle... Euphoria ise seyircisini olayın içine çekmek, estetik duygularla sarıp sarmalamak istedi. Yani biri çiğ bir gerçeklik sundu, diğeri ise cilalı bir duygusal deneyim. Her iki anlatı da izleyicide iz bıraktı. Ama bu izlerin doğası farklıydı. Biri yara gibi, biri dövme gibi. Aynı Acının İki Anlatısı Euphoria ve Skins, temelde aynı soruların etrafında dolaşıyor:“Ben kimim?”, “Neye tutunuyorum?”, “Beni anlayan var mı?” Ancak biri bu soruları loş bir İngiliz odasında fısıldıyor, diğeri Amerikan banliyösünde neon ışıklarla haykırıyor. Biri sessizliğin altını çiziyor, diğeri görsel gürültüyü bir anlatı aracına çeviriyor. Hangisi daha sahici sorusu ise hâlâ geçerli. Ve belki de cevap, izleyenin hangi kuşağa ait olduğunda saklı.

  • 1950’lerden Günümüze: Puantiyeler Geri Döndü

    Valentino’dan Zara’ya, Kate Middleton’dan Irina Shayk'a: Puantiyenin yeniden doğuşuna tanıklık ediyoruz. Bir zamanlar Marilyn Monroe’nun zarafetle taşıdığı, 80’lerde punk ruhuna bürünen puantiyeler; bugün moda evlerinin podyumlarını, ekran yüzlerinin stillerini ve sokak stilini yeniden şekillendiriyor. 2025 sezonunda yalnızca bir desen değil, kültürel bir referans noktası olarak geri döndü. Moda tarihindeki desenlerin belki de en çok dönüşüm geçirenidir puantiye. 50’lerde Dior’un New Look silüetleriyle zarafeti temsil etti, 80’lerde Vivienne Westwood ile anarşiye alan açtı. Şimdi, 2025 sezonunda hem geçmişe göz kırpıyor hem de çağdaş silüetlere nüfuz ederek bir “retrofuturist” kimlik kazanıyor. Podyumlar Üzerinden Okunan Yeni Feminenlik 2025 İlkbahar/Yaz defileleri, puantiyeye farklı dönemlerin gözünden bakan çok sesli bir koleksiyon kitabı gibi: Valentino , Alessandro Michele ’in yaratıcı direktörlüğündeki ilk koleksiyonunda puantiyeyi barok detaylarla buluşturdu. Elbiseler, geçmişin romantizmini bugünün teatralitesiyle birleştiriyor. Carolina Herrera , modern klasikçilik üzerinden ilerliyor; siyah-beyaz puantiyeli midi elbiseler, net kesimler ve yüksek bel vurgularıyla şehirli zarafeti yeniden tanımlıyor. Jacquemus , 1950’lerin Akdeniz romantizmini günümüze taşıyor. Küçük beyaz puantiyeli fırfırlı elbiseler, La Croisière koleksiyonunda nostaljiyle flört ediyor. Moschino ve Acne Studios , deseni grafik alanlara taşıyor. Özellikle Moschino’da blazer takımlar ve oversized kesimlerle retrofuturist bir kimlik kuruyor. İkonların Stilinde Yeniden Üretilen Anılar Ünlü isimlerin gardıroplarında puantiye yalnızca bir tercih değil; karakterle örtüşen bir dil hâline geliyor: Kate Middleton , İngiltere’deki bir anma törenine Alessandra Rich  imzalı siyah üzerine beyaz puantiyeli midi elbisesiyle katıldı. Kemer detayı ve vatkalı omuzlarla tamamlanan klasik siluet, kraliyet zarafetini retro bir dokunuşla günümüze taşıdı. Irina Shayk , Cannes Film Festivali ’nin açılışında Armani Privé  imzalı siyah ipek, beyaz puantiyeli elbisesiyle nostalji ve modernliği buluşturdu. Gigot  kolları ve sırt dekoltesiyle zarif ama iddialı bir siluet çizen tasarım, siyah saten eldivenlerle 1950’ler Hollywood’undan ilham alan teatral bir şıklık sundu. Anna Kendrick , yeni Another Simple Favor filmi tanıtımı sırasında New York sokaklarında Old Navy imzalı lacivert-beyaz puantiyeli iki parçalı takımıyla görüntülendi. Uygun fiyatlı ama stil sahibi bu görünüm, retro romantizmi güncel şehir şıklığıyla birleştiriyor; cep detaylı eteği ve zarif üstüyle sade ama akılda kalıcı. Erişilebilir Moda: Puantiye Artık Her Yerde Lüks podyumların ardından puantiye ulaşılabilir markaların yaz koleksiyonlarında da başrolü kaptı: Zara , klasik siyah-beyaz elbiselerden, ayakkabılara uzanan bir skalayla 2025’in yaz stilini yeniden kodluyor. H&M , puantiyeyi boho kesim elbiseler ve gömleklerle gündelik giyime adapte ediyor. COS , minimal formunu bozmadan büyük puantiyeli oversize pantolon ve elbiselerle deseni grafik bir forma dönüştürüyor. Puantiyenin yeniden yükselişi yalnızca bir trend değil. 2025’te bu desen, farklı kimliklerin yan yana var olabildiği, hem geçmişe hem geleceğe aynı anda konuşabildiği bir anlatım biçimi. Bugün bir Valentino elbisesiyle podyumda, yarın bir ikinci el bluzla sokakta. Hep aynı soruyu hatırlatıyor: Stil sadece bireysel mi, yoksa ortak bir hafızanın parçası mı?

  • Summer Odyssey: Zendaya, Louis Vuitton ve Murakami’yle Bir Yaz Rüyası

    Pop-art’ın renk patlaması, couture zarafet ve Hollywood ışıltısıyla birleşiyor: Zendaya’nın başrolde olduğu Louis Vuitton x Takashi Murakami kapsül koleksiyonu, yazı baştan tanımlıyor. Louis Vuitton bir kez daha sınırları zorluyor ama bu kez bir yaz hayalini moda diliyle yazıyor. “Summer Odyssey” adını taşıyan ve Zendaya’nın enerjisiyle hayat bulan yeni kapsül koleksiyon, Japon sanatçı Takashi Murakami’nin ikonik evrenini couture ölçekli bir anlatıya dönüştürüyor. Çarpıcı renkler, çizgi film etkileri ve nostaljik desenler, markanın imzası hâline gelmiş monogram kodlarıyla harmanlanıyor. 2003’te başlayan Louis Vuitton x Murakami iş birliği, bu koleksiyonla yirminci yılını kutlarken, arşivdeki “Cherry Blossom” ve “Multicolore” desenler günümüze yeniden doğuyor. Fakat bu sefer başrolde yalnızca desenler değil, Zendaya’nın gücü var. İtalyan Rivierası’nda çekilen kampanya karelerinde, onun hem zarif hem de oyuncu hâli, bu koleksiyonu bir reklam projesinden çıkarıp bir moda anlatısına dönüştürüyor. 200’den fazla parçadan oluşan “Summer Odyssey”, yalnızca çanta ya da eşarp değil, bir yaz ruhu vaat ediyor. Speedy ve Capucines gibi ikonik Louis Vuitton çantaları, Murakami dokunuşuyla baştan yaratılıyor. İpek eşarplar, pop-art parfüm şişeleri ve cesur güneş gözlükleri, koleksiyonun geniş skalasında öne çıkan detaylardan sadece birkaçı. Zendaya’nın kariyerindeki bu iş birliği, yalnızca bir moda hamlesi değil; genç kuşağın lüks tanımıyla kurduğu yeni ilişkiyi de yansıtıyor. Y2K etkisinin yeniden yükseldiği 2020’li yıllarda, Murakami’nin zaman tanımaz estetiği tam da bu ruhun karşılığına dönüşüyor. Louis Vuitton ise bu hatırlamayı, bugünün ikonlarıyla birlikte güncelliyor. Londra ve Tokyo’daki özel pop-up’larla başlayan satış yolculuğu, markanın web sitesinde ve seçili butiklerde devam ediyor. “Summer Odyssey” koleksiyonu, moda takvimindeki bir nottan çok daha fazlası: giyilebilir bir yaz anlatısı, bir stil manifestosu ve bir sanat objesi. Moda bir yolculuksa, bu yazın rotası belli: Summer Odyssey. Zendaya’nın adımladığı bu renkli yolda, sizin stil hikâyeniz nereden başlıyor?

  • 2025 Cannes Film Festivali Başlıyor

    Sinema, stil ve jenerasyonlar arası karşılaşmalarla dolu bir festival perdesi açılıyor. Bugün itibarıyla 2025 Cannes Film Festivali, 78. edisyonuyla Fransız Rivierası’nı yeniden sinemanın, stilin ve anlatı gücünün merkezine taşıyor. 13–24 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek festivalin açılış töreni bu akşam yapılacak. Bu yıl jüri başkanlığı Fransız sinemasının güçlü ismi Juliette Binoche’a emanet. Gecenin sunucusu ise Fransız aktör Laurent Lafitte. Açılış filmi olarak Amélie Bonnin’in Fransız yapımı Leave One Day izleyiciyle buluşacak. Festivalin en çok konuşulacak anlarından biri, Robert De Niro’ya verilecek Onursal Altın Palmiye Ödülü  olacak. Bu prestijli ödülün, De Niro’nun uzun yıllardır birlikte çalıştığı Leonardo DiCaprio tarafından ilerleyen günlerde takdim edilmesi planlanıyor. İkilinin aynı sahnede buluşması, yalnızca bir ödül töreni değil; sinema tarihine dair jenerasyonlar arası bir selam niteliğinde olacak. Sinemanın yanı sıra Cannes’ın kırmızı halısında moda da söz sahibi. Festival başlamadan dikkatleri üzerine çeken isimlerden biri de Bella Hadid oldu. Chopard’ın küresel elçisi olarak festivale katılan Hadid, bu yılki çıkışını bambaşka bir görünümle yaptı. Doğal tondaki kahverengi saçlarını bal rengi sarıya boyatan model, retro dokunuşlarla şekillendirdiği topuz saç modeli ve sade beyaz korse takımıyla dikkat çekti. Görünümü, Julia Roberts’a benzetilirken, vintage Yves Saint Laurent  topuklular ve camel tonlu çantasıyla Cannes modasına zarif bir yorum getirdi. Festival programında Wes Anderson, Richard Linklater, Ari Aster ve Julia Ducournau gibi isimlerin yeni filmleri yer alırken, Scarlett Johansson ve Harris Dickinson ilk yönetmenlik denemeleriyle “Un Certain Regard” bölümünde yer alıyor. Cannes 2025, sinemanın ötesine uzanıyor; stil ikonlarından ustalara, yeni vizyonlardan tarihi anlara kadar uzanan bir anlatı alanı. Bugün başlıyor ve kırmızı halının her adımı yeni bir hikâyenin başlangıcı olabilir.

  • Bir Kadın, Bir Miras: Miuccia Prada

    Naylon bir çantayla başlayan sessiz devrim, bugün moda tarihinin en etkili kadınlarından birine dönüştü. Moda dünyasında bazı isimler, yaptıklarıyla sessizce devrim yazar. Miuccia Prada, bu isimlerin başında geliyor. 76. yaşını kutladığı bugün, modaya getirdiği bakış açısı, kurduğu dil ve tasarımlarıyla hâlâ ilham vermeye devam ediyor. Moda Dünyasında Bir Devrimci 1949 yılında Milano’da dünyaya gelen Maria Bianchi, daha sonra Miuccia Prada adını aldı. Gençliğinde pandomim eğitimi almış, siyaset bilimi doktorasını tamamladıktan sonra kısa bir süre İtalyan Komünist Partisi’nde aktif rol almıştı. Ancak 1978’de ailesinin deri ürünleri üzerine kurulu markasını devralmasıyla, bambaşka bir yolculuk başladı. Kalıpları yıkan tarzıyla ilk çıkışını, 1985’te tanıttığı siyah naylon sırt çantalarıyla yaptı. Prada’nın bu çantaları, lüks tanımını yeniden yazdı. Naylon gibi fonksiyonel ama gündelik bir malzemenin, ustaca işlenerek statü sembolü hâline getirilmesi, hem dönemin hem de lüks tüketim anlayışının ötesine geçti. Bugün hâlâ ikonik sayılan bu “Vela” çantalar, markanın mirasının temel taşlarından biri olmaya devam ediyor. 1988’de ilk kadın hazır giyim koleksiyonunu sunarak, modaya entelektüel bir zarafet getirdi. Minimalist kesimlerin içine saklanan düşünsel derinlik, onu kısa sürede kendi jenerasyonunun ötesine taşıdı. 1992’de kurduğu Miu Miu ise bu felsefenin genç ve daha deneysel bir versiyonu olarak doğdu. “Çirkin Güzel” Estetiği ve Moda Felsefesi Miuccia Prada’nın en çok bilinen yaratıcı dokunuşlarından biri, modadaki “çirkin güzel” estetiğini savunması oldu. Renk uyumlarını, geleneksel kalıpları ve güzellik normlarını bilinçli olarak kırarak tasarladığı koleksiyonlar, estetik algısını sorgulattı. Bu yaklaşımı, sadece bir stil değil, bir bakış açısı olarak değerlendirmek gerek. 1996 yılında tanıttığı “ugly chic” ayakkabılar ve son yıllarda Miu Miu altında yeniden popülerleşen mikro mini etekler, Prada’nın bu estetik anlayışının en çarpıcı örneklerinden. Özellikle düşük belli etek ve crop kazak kombinasyonları, 2022 sonrası TikTok estetiğini bile şekillendiren bir güce ulaştı. Onun tasarımlarında işlevsellik ile düşünsel ifade hep iç içeydi. Miuccia, bir ceketin yalnızca kesimiyle değil, kadının bedenine ve toplumdaki yerine dair söyledikleriyle de ilgileniyordu. Sanat ve Kültürle İç İçe Bir Yaşam 1993’te eşi Patrizio Bertelli ile birlikte kurdukları Fondazione Prada, moda dışındaki yaratıcı alanlara uzanan önemli bir adım oldu. Milan’daki ana yapı ve Venedik’teki Ca’ Corner della Regina, yalnızca çağdaş sanat sergilerine değil; felsefe, sinema ve mimarlık tartışmalarına da ev sahipliği yapıyor. Bu bağlamda Rem Koolhaas gibi isimlerle yürütülen mimari işbirlikleri, Prada’nın sadece giyilen değil, yaşanılan alanlar üzerinden de düşünce üreten bir marka olmasını sağladı. Miuccia Prada’nın bu kültürel zeminle olan ilişkisinde, dedesi Mario Prada’dan kalan mirasın da izleri var. Örneğin markanın üçgen logosu, Mario Prada’nın valizlerinde kullandığı eski metal tokalardan esinlenilerek yeniden tasarlandı. Bugünün de Ötesinde 2025 itibarıyla Prada Grubu hâlâ Miuccia Prada’nın vizyonuyla ilerliyor. Raf Simons’la birlikte tasarladıkları koleksiyonlar, nostaljiyi modern yorumlarla harmanlayan güçlü anlatılar sunuyor. Prada’nın sonbahar 2025 koleksiyonunda yer alan ve şimdiden ikonikleşen neon saten elbiseler ya da plastik görünümlü oversize trençkotlar, Miuccia’nın hâlâ moda dilini dönüştürebildiğini kanıtlıyor. Aynı yıl Miu Miu tarafından piyasaya sürülen kristal taşlı loafer’lar ise sadece bir aksesuar değil, bir duruş olarak sosyal medyada yankı uyandırdı. Miuccia Prada’nın 76. doğum gününü kutlarken, onun yalnızca bir tasarımcı değil; düşünen, sorgulayan, dönüştüren bir figür olduğunu bir kez daha hatırlıyoruz. Moda, onun ellerinde yalnızca bir giyim biçimi değil, kültürün ve bireyselliğin en sofistike ifade alanlarından biri hâline geldi.

logo tek yazı
  • Instagram
bottom of page