top of page

Boş arama ile 108 sonuç bulundu

  • Demna, Gucci’de Doğru Seçim mi?

    Moda dünyası, Balenciaga’nın eski kreatif direktörü Demna‘nın Gucci’nin yeni kreatif direktörü olarak atanmasıyla çalkalanıyor. Kering grubu, Gucci’nin son dönemde yaşadığı satış düşüşlerini tersine çevirmek için bu stratejik hamleyi yaptı. Ancak Demna’nın radikal tasarım anlayışı, Gucci’nin sofistike mirasıyla ne kadar örtüşecek? Gucci’de Sabato De Sarno Dönemi ve Beklenmedik Ayrılık Demna’nın gelişinden önce, Gucci’nin kreatif direktörlük koltuğunda Sabato De Sarno oturuyordu. 2023’te Alessandro Michele’in ayrılmasının ardından göreve getirilen De Sarno, Gucci’ye daha minimalist ve klasik bir estetik kazandırmaya çalıştı. Ancak bu dönüşüm, markanın ticari performansında beklenen yükselişi getirmedi. Milano Moda Haftası’ndan hemen önce De Sarno’nun Gucci’den ayrıldığı duyuruldu ve Gucci, kreatif direktörsüz bir koleksiyon sunarak moda haftasında dikkat çekti. Bu durum, markanın geleceğine dair büyük soru işaretleri oluşturdu. Demna’nın gelişi, Gucci’nin bu geçiş sürecinde atılmış en radikal adımlardan biri olarak yorumlanıyor. Demna’nın Tarzı Gucci’ye Uygun mu? Gucci, Alessandro Michele döneminde maksimalist ve eklektik bir estetik benimseyerek ticari anlamda büyük bir başarı yakalamıştı. Ancak 2023’te Michele’in ayrılmasının ardından gelen Sabato De Sarno, bu çizgiyi terk ederek daha rafine, sade ve klasik bir Gucci yaratmaya çalıştı. Onun döneminde marka, büyük logolar ve gösterişli süslemeler yerine, zamansız İtalyan zarafetini ve sofistike siluetleri öne çıkaran bir strateji izledi. Buna karşılık, Demna’nın estetiği daha ham, yıkıcı ve zaman zaman provokatif olarak tanımlanıyor. Lüks kavramını sokak kültürü ve normcore ile harmanlayan bu yaklaşım, De Sarno’nun zarif sadeliğinden tamamen farklı bir yön anlamına geliyor. Gucci’nin son yıllarda denediği iki zıt stratejinin ardından, Demna’nın getireceği üçüncü büyük değişim, markanın müşteri kitlesi tarafından nasıl karşılanacak? Bu, Gucci’nin geleceği için büyük bir soru işareti yaratıyor. Gucci’nin CEO’su Stefano Cantino, bu değişimle ilgili olarak, “Demna, çağdaş kültürü en iyi şekilde yorumlayabilen en iyi kreatif tasarımcılardan biridir.”  diyerek onun vizyonuna duydukları güveni vurguladı. Kering’in CEO yardımcısı Francesca Bellettini de, “Gucci, yaratıcılığın ve sanatsal vizyonun kıvılcımını ateşlediğinizde en iyi performansını sergiler.”  diyerek markanın sanatsal ruhunu öne çıkardı. Gucci’nin Geleceği Ne Olacak? Demna’nın Gucci’nin başına geçmesi, markaya kesinlikle farklı bir yön kazandıracak. Ancak bu yön, Gucci’nin köklü kimliği ve tarihsel estetiğiyle nasıl dengelenecek? Kering , Balenciaga’da başarılı olan formülü Gucci’ye uygulamaya çalışıyor gibi görünüyor. Ancak Gucci ve Balenciaga aynı marka DNA’sına sahip değil ve bu birleşimin sonucu tahmin edilemez. Moda dünyası şimdi, Demna’nın Gucci’yi bir sokak lüksü markasına mı dönüştüreceğini, yoksa İtalyan zarafetini radikal bir bakış açısıyla yeniden mi yorumlayacağını merakla bekliyor. Bu hamle, Gucci için bir devrim mi, yoksa bir kriz mi olacak? Önümüzdeki sezonlar, bu sorunun cevabını verecek. Demna’nın Son Balenciaga Koleksiyonu: Balenciaga Kış 2025 defilesini izlemek için tıklayınız .

  • Bir Kitap, Bir Şehri Nasıl Anlatır?

    Bazı şehirler haritalarda değil, kelimelerin içinde yaşar. Bir kitabın sayfaları arasında bir sokakta yürüyebilir, bir şehrin sabaha karşı serin havasını hissedebilir, hiç bulunmadığımız bir yerde kaybolabiliriz. Bir yazar, yalnızca binaları ve caddeleri değil, bir şehrin ruhunu, kokularını, seslerini ve orada yaşayan insanların hissettiklerini de anlatır. Bazen bir şehir, yalnızca bir dekor değil, bir karakter gibi hikâyeye yön verir. Peki, bir kitap bir şehri nasıl anlatır? Kitaplarda Şehirlerin Hafızası: Mekânlar ve Hatıralar Her şehrin içinde geçmişin izleri vardır. Orhan Pamuk’un İstanbul: Hatıralar ve Şehir kitabında sokaklar, eski ahşap evler, Boğaz’daki sisli sabahlar yalnızca fiziksel imgeler değil, bir duygunun taşıyıcısıdır. İstanbul, Pamuk’un anlatısında bir melankoliyle şekillenir: “Ben İstanbul’un sokaklarında dolaşırken bazen kendi geçmişimi, bazen de benden önce burada yaşamış olanların geçmişini düşünerek hüzünleniyorum.” Tıpkı James Joyce’un Ulysses’te Dublin’i anlatırken yaptığı gibi. Joyce için Dublin, yalnızca bir şehir değil, bir bilinç akışıdır. Karakterlerin zihinlerinden geçen düşünceler, caddelerle, köprülerle ve rüzgârın yönüyle iç içe geçer. Bir Şehrin Duygusu: Sesler, Kokular, Renkler Bazı şehirler, sözcüklerin içinde yalnızca görülmez, hissedilir. Patrick Süskind’in Koku kitabında Paris’i okurken bir sokağın nemli taşlarını, bozulmuş meyvelerin kokusunu, pazar yerindeki kalabalığın terini duyumsarsınız: “Paris’in etrafını ağır, tatlı, boğucu bir koku sarmıştı. Çürümüş lahana ve koyun derisi kokusuyla karışmış ter, yağ, duman ve kir kokusu, Seine Nehri’nin çürüyen suyu… Paris kokuyordu.” Hemingway’in Paris Bir Şenliktir kitabında ise 1920’lerin Paris’i, şarap dolu akşamları, kafelerde geçen uzun sohbetleri ve sanatçıların bohem dünyasını hissettirir. Paris, Süskind için çürüyen bir şehirken, Hemingway için sonsuz bir ilham kaynağıdır. Aynı şehir, farklı anlatılarda bambaşka hissettirir. Şehirler ve İnsanlar: Yaşamın İçindeki Hikâyeler Bir şehir, orada yaşayan insanlarla anlam kazanır. Tokyo, Murakami’nin romanlarında kalabalık ama yalnızdır; sokak lambalarının altında yürüyen karakterlerin iç dünyaları gibi. 1Q84’te Tokyo, bazen gerçekliğin içinde kaybolur, bazen de onu yeniden inşa eder. Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’inde St. Petersburg, puslu havasıyla melankolik bir ruh haline bürünür. Kimi zaman şehir, yalnızca bir arka plan değil, bir duygu atmosferidir. Orhan Kemal’in 72. Koğuşunda ise İstanbul, yoksulluğun ve eşitsizliğin tanığıdır. Bazı şehirler, zaman içinde değişir, ama kitaplarda bir anın içinde sabitlenir. Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabında, var olmayan ama bir şekilde hep tanıdık gelen şehirler vardır: “Şehirler, yalnızca taşlardan, sokaklardan ibaret değildir. Onları hatırladığımız gibi yaşarız.” Şehirler, hatıraları, ritüelleri, insanları ve sokakların derinliklerinde saklı duygularıyla yaşar. Belki de bu yüzden, hiç gitmediğimiz yerleri bir kitapta okuyup oraya ait hissedebiliriz. Bazen bir şehir, bir karakterin yalnızlığını derinleştirir, bazen de ona kaçış sağlar. Bazen gri, bazen kaotik, bazen de büyülü. Her şehir, onu anlatan bir hikâyeyle var olur.

  • Yarış Podyumlarında Çılgın Bir Gelenek

    Podyum denildiğinde akla ilk olarak defileler gelse de, yarış dünyasında da podyumlar var ve burada kutlamalar biraz daha farklı. Stilettolar yerine yarış botları, zarif kadehler yerine lastik kokan ayakkabılar. Ve tabii ki Shoey. Motor sporlarında zafer genellikle şampanyayla kutlanır ama bazı pilotlar bunu bir adım öteye taşıyor. Ayakkabıdan içki içmek ilk başta kulağa pek de şık gelmeyebilir; ancak işin içinde hız, adrenalin ve Avustralya’nın eğlence anlayışı varsa sınırlar biraz esneyebilir. Kökeni ekstrem spor dünyasına dayanan bu sıra dışı kutlama, başlangıçta yalnızca bir şakaydı. Ta ki 2016 Almanya GP’sinde Daniel Ricciardo podyumda yarış botunu şampanya bardağına dönüştürene kadar. O an podyum seremonilerinin artık sadece bir ödül töreni değil, unutulmaz anlarla dolu bir şov alanına da evrildiğini gösterdi. Ricciardo’nun spontane hareketi kısa sürede F1’de ve MotoGP gibi farklı yarış serilerinde de yayıldı. 2016 Assen GP’de Jack Miller da benzer bir kutlama yaparak motor sporlarının farklı bir alanında bu eğlenceli geleneğin devam etmesini sağladı. Ricciardo’nun teşvikiyle Lewis Hamilton ve Mark Webber gibi ünlü pilotlar da bu sıra dışı deneyimi yaşadı. Ancak Shoey’yi küresel çapta popüler hale getiren anlardan biri, 2017 Monza GP’de efsanevi aktör Sir Patrick Stewart’ın podyumda içkiye ortak olmasıydı. Bu olay Shoey’yi yalnızca yarış dünyasının değil, popüler kültürün de bir parçasına dönüştürdü. Ricciardo’nun ayakkabıdan içki içirme konusunda ikna ettiği tek isim Stewart değildi. Aynı yıl ABD Grand Prix’sinde Gerard Butler da bu çılgın kutlamaya dahil oldu. Ricciardo’nun yarış botundan enerji içeceği içen ünlü aktör, izleyicilerin büyük alkışları eşliğinde eğlenceye ortak oldu. Yıllar içinde farklı sürücüler tarafından tekrarlanan bu ilginç alışkanlık, zamanla motor sporlarının eğlenceli detaylarından biri haline geldi. En son 2024 Avustralya Grand Prix’sinde MotoGP şampiyonu Marc Márquez, podyumda Shoey yaparak izleyicileri bir kez daha güldürdü. Sosyal medyada milyonlarca kez izlenen bu an Shoey’nin hâlâ motor sporlarının en renkli geleneklerinden biri olduğunu gösterdi. 2025 sezonunda bu geleneği hangi pilotlar sürdürecek, kimler podyumda sınırları zorlayacak, birlikte göreceğiz. Ama asıl soru şu: Sen olsan zaferini bir Shoey ile kutlar mıydın?

  • Apple, AirPods Pro 2 ile Kulak Sağlığını Ölçüyor

    Günümüzün en büyük sağlık sorunlarından biri, genç yaşta işitme kaybının artışı. Apple, AirPods Pro 2’nin yeni "Hearing Test" özelliği ile bu konuda farkındalık yaratmayı hedefliyor. iPhone üzerinden erişilebilen bu yeni özellik, kullanıcıların işitme sağlığını kolayca test edebilmesine olanak tanıyor. Kulaklıklar artık yalnızca müzik dinlemek için değil, aynı zamanda kişisel tarzın bir parçası olarak da hayatımızın merkezinde. Sandy Liang ’ın Beats ile duyurduğu yeni iş birliğinden, CHANEL’in 15.000 dolarlık Première Sound Watch’una kadar, kulaklıklar adeta bir moda aksesuarına dönüşmüş durumda. Küresel pazar araştırma şirketi Credence Research ’ün yayımladığı son rapora göre, kulaklık ve kablosuz kulak içi cihazların pazarı 2023 yılında 71.5 milyar dolar büyüklüğündeyken, 2032’ye kadar 218.2 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Bu, %205’in üzerinde bir büyüme anlamına geliyor. Bu popülerlik artışı, kulak sağlığı konusunu da gündeme taşıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verilerine göre, 1 milyardan fazla genç yetişkin, yüksek sesle müzik dinleme alışkanlığı sebebiyle kalıcı işitme kaybı riski altında. Kulaklıklarla doğrudan ilişkilendirilmese de, yüksek ses seviyelerinde müzik dinleme alışkanlığının bu durumu tetiklediği belirtiliyor. Apple ve 40 Yıllık Erişilebilirlik Vizyonu Apple, teknoloji dünyasında yalnızca yenilikleriyle değil, aynı zamanda erişilebilirlik konusundaki çalışmalarıyla da dikkat çekiyor. Şirket, 1985 yılında Engellilik Ofisi’ni kurarak, bu alanda fark yaratan ilk teknoloji firmalarından biri oldu. Apple’ın Küresel Erişilebilirlik Başkanı Sarah Herrlinger, bu girişimin, ABD’de engelli haklarını koruyan "Americans with Disabilities Act" yasasından beş yıl önce başlatıldığını vurguluyor. Apple Watch, kullanıcılarının kalp ritimlerini takip edebilirken, AirPods Pro 2 ise artık "klinik sınıfı işitme cihazı" olarak kabul ediliyor. Apple, işitme kaybı yaşayan bireyler kadar, işitme sağlığını korumak isteyen herkese yönelik bir deneyim sunuyor. Şirketin yeni "Hearing Test" özelliği, kullanıcıların kulak sağlığını düzenli olarak kontrol etmesine yardımcı olmayı amaçlıyor. Test, yaklaşık beş dakika sürüyor ve farklı frekanslarda işitme seviyesini ölçerek, sonucu beş farklı kategoriye ayırıyor: Çok Az veya Hiç Kayıp Yok (-25 ila 25 dBHL) Hafif İşitme Kaybı (26 ila 40 dBHL) Orta Derece İşitme Kaybı (41 ila 60 dBHL) İleri Derecede İşitme Kaybı (61 ila 80 dBHL) Derin İşitme Kaybı (81 dBHL ve üzeri) Bu özellik profesyonel bir tıbbi teşhisin yerini almasa da, kullanıcıların kulak sağlığı hakkında daha bilinçli olmasını sağlıyor. Müziği Hissetmek: Apple’ın Music Haptics Özelliği Apple ayrıca Music Haptics adlı yeni bir özelliğini de genişletiyor. iPhone’un Taptic Engine teknolojisinden yararlanan bu sistem, şarkıların ritim ve dokularını hissedilebilir titreşimlere dönüştürüyor. Başlangıçta işitme kaybı yaşayan kullanıcılar için geliştirilen bu özellik, artık herkes tarafından deneyimlenebilir ve Apple Music’te milyonlarca şarkıda aktif olarak kullanılabiliyor. Apple, işitme sağlığını koruma konusunda yeni nesil teknolojileri erişilebilir hale getirerek, işitme kaybına karşı bilinç oluşturmayı amaçlıyor. Eğer bir AirPods Pro 2 kullanıcısıysan, işitme sağlığını kontrol etmek için "Hearing Test" özelliğini denemeye ne dersin?

  • 2025 Paris Moda Haftası: Valentino, Balenciaga, Alexander McQueen ve Hermès Defilelerine Bir Bakış

    Paris Moda Haftası 2025 Sonbahar/Kış sezonu, moda dünyasında estetik anlatıyı ve işçiliği yeniden tanımlayan koleksiyonlara ev sahipliği yaptı. Valentino, Balenciaga, Alexander McQueen ve Hermès, kimliklerini yeni tasarım kodlarıyla şekillendirerek ilham verici koleksiyonlar sundu. Valentino: Alessandro Michele’in İmza Dokunuşu Alessandro Michele, Valentino’daki ikinci koleksiyonunda, markanın haute couture mirasını kendi eklektik ve maksimalist tasarım anlayışıyla buluşturdu. Viktoryen ilhamlı siluetler, yoğun işleme detayları ve bohem dokunuşlar, Valentino’nun klasik zarafetini teatral bir estetikle harmanladı. Renk paleti, klasik Valentino kırmızısının yanı sıra, gece mavisi, zümrüt yeşili ve antik altın tonlarını içeriyordu. Koleksiyonun en dikkat çeken unsurlarından biri, arşivden yeniden yorumlanan el işçiliği detayları ve üç boyutlu çiçek motifleri  oldu. Michele’in vizyonu, Valentino’yu sadece romantik bir marka olmaktan çıkararak, hikâye anlatımı güçlü bir moda evi kimliğine taşıdı. Balenciaga: Demna ve Puma İş Birliği Demna, Balenciaga’daki sert ve distopik moda anlayışını, fonksiyonel giyimle daha da ileriye taşıdı. Defile, Paris’in endüstriyel bir bölgesinde, beton duvarlar arasında gerçekleşirken, koleksiyon, yıkım ve yeniden inşa temalarını işledi. Yıpranmış kumaşlar, bol kesimli yapılar ve teknik dokular , Balenciaga’nın avant-garde estetiğini güçlendirdi. Bu sezonun en büyük yeniliklerinden biri, Balenciaga x Puma iş birliği  oldu. Lüks moda ile spor giyimin buluştuğu bu koleksiyon, oversized sneaker’lardan teknik dış giyime kadar geniş bir yelpazede yenilik sundu. Termal kumaşlar, futuristik kesimler ve atletik siluetler , Balenciaga’nın yüksek moda ile sokak stilini nasıl harmanladığını bir kez daha gösterdi. Alexander McQueen: Seán McGirr’in McQueen’deki En İddialı Koleksiyonlarından Biri Alexander McQueen’in kreatif direktörü Seán McGirr , 2023 yılından bu yana markanın estetik kodlarını yeniden şekillendiriyor. Bu sezon, McQueen’in dramatik ve isyankâr ruhunu, daha keskin, dekonstrüktif ve sert hatlarla yorumladı. Öne çıkan detaylar arasında elle işlenmiş çiçek aplikeleri, sert deri korseler ve üç boyutlu kumaş manipülasyonları yer aldı. McGirr, McQueen’in geleneksel karanlık estetiğini sürdürürken, minimalizm ve sadelikle yeni bir denge oluşturdu. Koleksiyon, markanın geçmişiyle geleceğini birleştiren güçlü bir dönüşüm sürecinin yansıması olarak dikkat çekti. Hermès: Sessiz Lüksün En Üst Noktası Hermès, Nadège Vanhee-Cybulski’nin liderliğinde, kusursuz işçiliği ve zamansız lüks anlayışını yansıtan sofistike bir koleksiyon sundu. Minimalist ama detaylarda güçlü olan bu koleksiyon, yüksek kaliteli yünler, ince işlenmiş deriler ve el dokuması ipeklerle  Hermès’in zarafet kodlarını günümüz modasına adapte etti. Koleksiyonda, klasik Hermès renk paleti korunurken, yumuşak bej tonları, sıcak kahveler ve gece mavileri ön plandaydı. Bu sezonun en büyük yeniliklerinden biri, Hermès x Bang & Olufsen iş birliğiyle tasarlanan teknoloji entegrasyonlu aksesuar koleksiyonu  oldu. Çanta ve deri aksesuar detaylarında kullanılan yenilikçi ses sistemleri, lüks modanın gelecekteki potansiyeline dair yeni bir bakış sundu.

  • Tarih Boyunca Sınırları Bulanıklaştıran Kadınlar

    Tarih boyunca kadınlar, sınırları aşan cesaretleri, zekâları ve kararlılıklarıyla dünyayı değiştirdi. Bilimin, sanatın, gökyüzünün, savaşın, edebiyatın ve modanın erkek egemen olduğu dönemlerde bile, geri adım atmadılar. Kimileri keşifleriyle tıbbı değiştirdi, kimileri sanatın kurallarını yıktı, kimileri ise göğe yükselerek varoluşun sınırlarını zorladı. Amaçları yalnızca kendilerini kanıtlamak değildi—gelecek nesillere, “Kadınlar her yerde olabilir, her şeyi başarabilir!” mesajını bırakmaktı. İlk olarak, bilim dünyasında adını altın harflerle yazdıran Marie Curie ile başlayalım. Radyoaktiviteyi keşfederek modern tıbbın temelini attı, Nobel Ödülü kazanan ilk kadın ve iki Nobel alan tek bilim insanı oldu. Onun açtığı yolda sayısız kadın bilim insanı ilerledi. Sanat dünyasında ise Frida Kahlo, kendi acılarını ve kimlik arayışını fırça darbeleriyle resmetti. Kadın bedenini tüm doğallığıyla ve sansürsüz bir şekilde ele alarak, geleneksel güzellik algılarına meydan okudu. Erkek egemen sanat çevrelerinde “Kendi kanatlarımla uçuyorum” diyerek ilham verdi. Onun otoportreleri, yalnızca resimler değil, aynı zamanda kadın bedeninin ve kimliğinin özgürleşme mücadelesinin bir yansımasıydı. Gökyüzüne baktığımızda, Amelia Earhart’ın cesur hikâyesiyle karşılaşıyoruz. Atlantik Okyanusu’nu tek başına geçen ilk kadın pilot olarak tarihe geçti. “Kadınlar da gökyüzüne hükmedebilir” diyerek havacılıkta kadınların yerini açtı. Onun gibi sınırları zorlayan bir diğer kadın, Valentina Tereshkova oldu. 1963 yılında uzaya çıkan ilk kadın olarak, bilim ve teknoloji dünyasında kadınların varlığını kanıtladı. “Bir gün Mars’a kadınların ayak izleri de kazınacak” diyerek, kadınların başarısını o zamandan ilan etti. Türkiye’de ise Halide Edip Adıvar, Milli Mücadele’nin en önemli figürlerinden biri oldu. İstanbul mitinglerinde halkı bağımsızlık için ayaklandırırken, yazılarıyla kadınların toplumdaki yerini savundu. “Türk kadını yalnızca evde değil, hayatın her alanında var olmalıdır” diyerek modern kadının kimliğini şekillendirdi. Aynı dönemde, Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım, eğitime verdiği önem ve oğluna aşıladığı azimle sadece bir evlat değil, bir milletin kaderini şekillendirdi. Onun anneliği, yalnızca biyolojik bir bağ değil, bir ulusun doğuşuna yapılan bir yatırımdı. Görsel anlatının gücüne inanan kadınlardan biri de Semiha Es oldu. Türkiye’nin ilk kadın savaş fotoğrafçısı olarak cephelerde görev aldı, objektifiyle savaşın yıkıcılığını belgeledi. Kadınların medyada, özellikle de savaş muhabirliğinde güçlü bir yer edinebileceğini kanıtladı. O, yalnızca bir fotoğrafçı değil, tarih yazan bir tanıktı. Kadınlar her alanda olduğu gibi moda ve mimarlıkta da devrim yarattı. Madeleine Vionnet, bias cut (vereve kesim) tekniğiyle kadın siluetini özgürleştirerek modaya çağ atlattı. O zamana kadar sıkı korselerin içine hapsedilen kadınlar, onun tasarımlarıyla rahat ama zarif bir şıklık kazandı. Elsa Schiaparelli, modayı sanata dönüştüren isimlerden biri oldu. Salvador Dalí ile yaptığı iş birlikleriyle sürrealist tasarımlara imza attı ve modanın yalnızca kıyafet tasarlamaktan ibaret olmadığını gösterdi. Onun dünyasında moda, bir sanat formu, bir başkaldırı ve bireyselliğin en cesur ifadelerinden biriydi. Moda onun için yalnızca giysi tasarlamak değil, kimliği ve yaratıcılığı sergilemenin bir yoluydu. Mimarlık dünyasına bakarsak, bu alanda devrim yaratan kadınlardan biri ise Zaha Hadid oldu. Akışkan ve organik formlarıyla modern mimariye yön verdi. Pritzker Mimarlık Ödülü’nü kazanan ilk kadın olarak “Kadınlar da devasa yapılar inşa edebilir” dedi ve bu sözünü eserleriyle kanıtladı. Onun tasarımları, kadınların inşaat ve mühendislik gibi sektörlerde de lider olabileceğini gösteren somut birer simge oldu. Tarih boyunca kadınlar, kendilerine çizilen sınırları yıktı ve yerine kendi yollarını çizdi. Onlar yalnızca kendi başarılarını değil, milyonlarca kadının geleceğini inşa ettiler. Bugün, onların cesaretinden ilham alarak daha eşit ve güçlü bir dünya inşa etme zamanı!

  • BLACKPINK’ten Jennie, İlk Solo Albümü “Ruby”i Yayınladı

    BLACKPINK’in yıldızı Jennie, Diplo’nun yönetmenliğini üstlendiği “Like Jennie” klibiyle solo kariyerine etkileyici bir başlangıç yapıyor. BLACKPINK’in yıldızı Jennie, uzun süredir beklenen ilk solo albümü Ruby ile müzik sahnesine unutulmaz bir giriş yaptı. Albümün çıkışıyla birlikte, Diplo’nun yönetmenliğinde çekilen “Like Jennie” klibi de yayınlandı ve Jennie’nin sanatındaki yeni evreyi gözler önüne serdi. Jennie, Ruby’yi “kendini dünyaya tam anlamıyla sunma” fırsatı olarak görüyor. Albüm boyunca hem kişisel hem de sanatsal dönüşümünü yansıtan sanatçı, kendi plak şirketi Odd Atelier ve Columbia Records iş birliğiyle bu projeyi hayata geçirdi. Albümde, Dua Lipa, Childish Gambino, Kali Uchis, Dominic Fike, FKJ ve Doechii gibi isimlerle yaptığı iş birlikleri, Jennie’nin müzikal çeşitliliğini ve vizyonunu ortaya koyuyor. Albümün çıkış şarkısı “Like Jennie”, Jennie’nin sahne gücünü ve etkileyici enerjisini yansıtan bir marş niteliğinde. Müzik videosunda, Jennie kırmızı bir astronot kıyafeti içinde, evrenin derinliklerinden sahneye adım atarken izleyicileri kendi dünyasına davet ediyor. “ Who wanna rock with Jennie? / Keep your hair done, nails done like Jennie” sözleriyle başlayan parça, güçlü ritimleri ve akılda kalıcı nakaratıyla müzik listelerinde şimdiden yankı uyandırmış durumda. Jennie’nin solo yolculuğu sadece bir albümle sınırlı değil. Ruby’nin tanıtımı kapsamında “The Ruby Experience” adlı üç özel konser serisi planlandı. Ayrıca, Nisan ayında Coachella sahnesinde solo performans sergileyerek müziğini global bir kitleyle buluşturacak. Jennie’nin Ruby ile ortaya koyduğu özgün duruş, onun müzikteki yerini daha da sağlamlaştırırken, sanatsal vizyonunun sadece bir başlangıç olduğunu hissettiriyor. Albüm, Jennie’nin yalnızca K-pop dünyasında değil, global müzik sahnesinde de kalıcı bir iz bırakmaya hazır olduğunun kanıtı.

  • Sanatın Sahnesi Müzeler mi, Dijital Evren mi?

    2021 yılında dijital sanatçı Beeple’ın Everydays: The First 5000 Days adlı NFT eseri 69 milyon dolara satıldı ve sanat dünyasında büyük bir kırılma yaşandı. Geleneksel müzelerde sergilenen eserler artık yalnızca fiziksel dünyayla sınırlı kalmıyor. Dijitalleşme, sanatın sunumunu ve algılanışını kökten değiştiriyor. Bugün sanat eserleri sadece müzelerde ve galerilerde değil, sanal platformlarında, NFT pazarlarında ve artırılmış gerçeklik sergilerinde de deneyimleniyor. Peki, bu dönüşüm sanatın geleceğini nasıl şekillendirecek? Sanatın merkezi hâlâ müzeler mi, yoksa dijital evrene mi kayıyor? Harvard Üniversitesi’nin Giza Müzesi için geliştirdiği üç boyutlu sanal platform, bu değişimin en dikkat çekici örneklerinden biri. Bu proje sayesinde, Giza Piramitleri’ndeki antik eserler ve mezar odaları dünyanın herhangi bir yerinden detaylıca incelenebiliyor. Louvre, British Museum ve MoMA gibi büyük müzeler de dijital koleksiyonlarını genişleterek sanatseverlere internet üzerinden erişim sağlıyor. Google Arts & Culture gibi platformlar, yüzlerce müzenin koleksiyonlarını dijitalleştirerek sanatın daha geniş kitlelere ulaşmasına katkıda bulunuyor. Bu gelişmeler, müzelerin yalnızca fiziksel mekânlar olmaktan çıkıp küresel erişime açık dijital arşivlere dönüşmesini sağlıyor. 2023 yılı itibarıyla dijital müze ziyaretleri, fiziksel ziyaretleri aşarak milyonlarca sanatseverin sanatı çevrim içi olarak deneyimlediğini gösterdi. Ancak bu, fiziksel müzelerin önemini azaltıyor mu? Bunu zaman gösterecek. NFT’ler (Non-Fungible Token), sanat eserlerinin dijital ortamda benzersiz ve sahiplenilebilir olmasını sağlıyor. Dijital sanatçılar artık fiziksel bir galeriye ihtiyaç duymadan küresel koleksiyonerlere ulaşabiliyor. Beeple’ın 69 milyon dolarlık satışı, dijital sanatın ekonomik ve kültürel önemini gözler önüne sererken, Pak, Fewocious ve XCOPY gibi sanatçılar da NFT dünyasında büyük yankı uyandırdı. Fakat NFT’ler sanat dünyasında tartışmaları da beraberinde getirdi. Spekülatif piyasalar, dijital sanatın kalıcılığı ve çevresel etkiler hâlâ çözüme kavuşmamış konular arasında. Ethereum gibi blok zinciri ağlarının yüksek enerji tüketimi, NFT’lerin sürdürülebilirliği hakkında soru işaretleri yaratıyor. Dijital sanatın sahiplik kavramını yeniden tanımlaması sanat dünyasında heyecan uyandırırken, geleneksel koleksiyonerlerin bu yeniliğe mesafeli yaklaştığı da bir gerçek. Sanatın yalnızca erişilebilir değil, daha etkileşimli hale gelmesini sağlayan bir diğer dönüşüm de artırılmış gerçeklik (AR) ve sanal gerçeklik (VR) teknolojileri. TeamLab, Refik Anadol ve Random International gibi sanatçılar, geleneksel sergi anlayışını değiştirerek izleyicileri sanatın içine çekiyor. TeamLab’in Tokyo’daki Borderless sergisi, sanatseverlerin eserlerle doğrudan etkileşime girebildiği tamamen immersif (içine alan) bir deneyim sunuyor. Bu yeni sergi formatları, sanatın mekândan bağımsız hale gelmesini sağlıyor. Bir galeride belirli bir eserle fiziksel olarak karşılaşmak yerine, bir VR gözlüğü takarak dünyanın herhangi bir yerindeki dijital bir sergiye katılmak mümkün. 2024 yılı itibarıyla immersif sanat sergileri dünya çapında 50 milyonun üzerinde ziyaretçiye ulaştı ve bu sayının giderek artması bekleniyor. Tüm bu gelişmelere rağmen fiziksel müzeler ve sergi alanları hâlâ sanat dünyasında önemli bir yere sahip. Bir tabloya yakından bakmak, bir heykelin dokusunu görmek veya müze atmosferini hissetmek gibi deneyimler, sanatı yalnızca görmekten öteye taşıyor. Sanatın orijinalliği, mekânsallığı ve dokunsallığı, dijital ortamda tam anlamıyla kopyalanamayan özellikler olarak öne çıkıyor. Fakat dijitalleşme, sanatı daha demokratik ve kapsayıcı hale getiriyor. Geleneksel müzelere gitme imkânı olmayan insanlar, artık sanatı dijital platformlar aracılığıyla keşfedebiliyor. Uzmanlar, geleceğin sanat dünyasının tamamen dijitalleşmeyeceğini, fakat fiziksel ve dijital sergi alanlarının hibrit bir yapıya dönüşeceğini öngörüyor. Bu dönüşüm, sanatın sınırlarını ortadan kaldırarak, her yerden erişilebilir olmasını sağlayacak. Belki de geleceğin müzeleri, fiziksel sergi salonlarının yanı sıra artırılmış gerçeklik galerileri, NFT sanat koleksiyonları ve sanal gerçeklik sergileriyle bir arada var olacak. Sanat, tarih boyunca sürekli değişti ve dönüşmeye devam edecek. Dijitalleşme, yeni bir sanat sahnesi yaratırken, fiziksel müzelerin benzersiz deneyimi de varlığını sürdürecek gibi görünüyor. Peki sizce sanatın geleceği hangi yönde evrilecek?

  • OMEGA x Swatch: MoonSwatch 1965 ile Zamanın Ötesinde Bir Yolculuk

    OMEGA ve Swatch, efsanevi MoonSwatch serisini yeni bir modelle genişletiyor: MoonSwatch 1965. Bu özel saat, OMEGA Speedmaster’ın NASA tarafından uzay uçuşları için onaylanışının 60. yılını kutluyor ve horolojiyle uzay keşiflerinin kesiştiği o ikonik anı yeniden canlandırıyor. Yeni MoonSwatch 1965, Speedmaster DNA’sını korurken modern detaylarla geçmişi günümüze taşıyor. 2024 Moonwatch Professional’dan ilham alan bembeyaz kadranı, vintage bir estetik sunarken zamansız bir çekicilik yaratıyor. OMEGA logosu, kolları ve efsanevi kelime işaretleri modele prestij kazandırırken, modifiye kronograf sayaçlarıyla özel bir anlam kazanıyor: 10 konumundaki sayaç 19 saati, 2 konumundaki sayaç ise 65 dakikayı ölçerek 1965 yılına saygı duruşunda bulunuyor. Saatin Grade A Super-LumiNova® kaplaması, karanlıkta mükemmel görünürlük sağlarken, Swatch’un patentli Bioceramic malzemesiyle üretilen 42mm mat gri kasası, uzay keşiflerinden ilham alan bir tasarım sunuyor. Siyah takimetre bezeri, kontrast yaratarak klasik Moonwatch estetiğini güçlendiriyor. NASA ruhunu taşıyan VELCRO® kayış ve markalı kasa arkası, saatin kökenine dair ince detaylarla bezeli. Tarihler 1 Mart’ı gösterdiğinde, yani Speedmaster’ın NASA tarafından resmen onaylandığı gün, MoonSwatch 1965 seçili mağazalarda satışa sunuluyor. Sınırlı üretim değil, ancak ulaşmak için hızlı olmanız gerekebilir. Satış noktaları ve detaylar için Swatch’un web sitesini ziyaret edebilirsiniz.

  • Fendi 100: Geçmişi Sil, Geleceği Yeniden Yaz

    Silvia Venturini, arşivlere sıkışıp kalmadan 100 yıllık mirası nasıl geleceğe taşıdı? Tarihi kutlamalar genellikle geçmişe bakmayı gerektirir, ancak Silvia Venturini Fendi bunun tam tersini yaptı. Fendi’nin 100. yılına özel Sonbahar/Kış 2025 co-ed koleksiyonu, sahte kürkler, deriler ve aplike detaylarla dolu, ama asıl olarak geleceğe açılan bir kapıydı. “Arşivlere saplanıp kalmak istemedim. Benim için Fendi 100, kişisel anılarımla (gerçek ya da hayali) şekillenen, markanın geçmişine değil bugününe ve yarınına dair bir yolculuk,” diyor Venturini. Koleksiyon, markanın DNA’sındaki oyunbaz ruhu koruyarak, nostaljiye sıkışmadan yeni bir perspektif sundu. Defile, elbise gibi giyilen sahte “vizon” bir kürk manto ve kontrast saten peep-toe topuklularla açıldı. Siluetler net, dokular güçlüydü. Detaylar, bir tasarımın sınırlarını nasıl genişletebileceğini gösterdi. Kaplamalı bir chevron elbise, yanındaki çantayla kusursuz bir bütünlük sağlarken, tüylü Baguette çantalar ve bere-fascinator karışımı aksesuarlarla tamamlanan yün paltolar, klasik Fendi kodlarını yeniden yazdı. Peekaboo çanta tüylü bir revizyon geçirdi, Spy Bag ise yeniden tasarlanarak zamanın ötesinde bir statü kazandı. Erkek koleksiyonunda ise geleneksel terzilik, alışılmışın dışında dokunuşlarla geleceğe taşındı. Asimetrik smokin yakaları, yere kadar uzanan kürk şallar, sarı ve turuncu gibi sert kontrastlarla birleşerek radikal bir yorum sundu. Takım elbiseler fazla “ciddi” görünmesin diye bazı modeller dev peluş Fendi oyuncakları taşıdı. Bu markanın hem mirasına hem de absürt lüks anlayışına bir gönderme. Podyum, Fendi’nin 100. yılını kutlamak için bir araya gelen büyük isimlerle daha da büyüdü. Karen Elson, Irina Shayk, Alex Consani ve Gabbriette podyumda yürürken, ön sırada Matt Bomer, Luca Guadagnino, Sarah Jessica Parker ve Sean Paul vardı. Gece, Sean Paul’un after party’deki sürpriz performansıyla noktalandı. Fendi’nin Sonbahar/Kış 2025 koleksiyonunu aşağıdaki galeride keşfedin ve Milano Moda Haftası’ndan en güncel haberler için bleur’ü takip etmeye devam edin.

logo tek yazı
  • Instagram
bottom of page