Lüks Moda Markalarının Yükselen Trendi Kahve Kültürü
- kocerbengisu
- 24 May
- 2 dakikada okunur
Moda markaları kahveyi bir içecekten çok, stilin yeni bir uzantısı olarak görüyor. Ralph’s
Coffee’den Louis Vuitton Café’ye uzanan bu hikâye artık dolapların dışına taşmış durumda.

Bir fincan kahvenin ne giydiğinle bir ilgisi olmayabilir; ama nerede içtiğin, nasıl servis
edildiği, hangi kupada sunulduğu, işte bunlar artık modanın da meselesi. Son yıllarda lüks
markalar, kıyafetin ötesine geçip gündelik hayatın içine sızmak için yeni yollar arıyor. Ve
kahve, bu yeni alanların belki de en görünmez ama en etkili olanı. Çünkü bazen bir markayla
bağ kurmak, bir ceketi giymekten çok sabah kahveni onun fincanında içmekle başlıyor.
Ralph Lauren bunu ilk fark edenlerden biri. Ralph’s Coffee, klasik Amerikan estetiğini
kahveyle buluşturarak markanın yaşam tarzını görsel bir kimliğe çevirdi. New York’tan
Tokyo’ya uzanan bu kafelerde sunulan her şey; beyaz-yeşil porselenler, ahşap detaylar ve eski
Amerika’yı hatırlatan grafikler, Ralph Lauren’in sadece bir stil değil, bir dünya kurduğunu
gösteriyor. Bu dünya artık sadece giyilmiyor, yudumlanıyor.
Louis Vuitton, Paris’te Seine kıyısında açtığı “Maxime Frédéric at Louis Vuitton” kafesiyle
bu yaklaşımı daha da ileri taşıdı. LV Dream sergi alanının üst katında yer alan mekan,
markanın estetik dünyasını tatlara, dokuya ve mekâna dönüştürüyor. Monogram desenli
tatlılar, pastel tonlara sahip sunumlar ve zamansız bir atmosferle Louis Vuitton burada bir
kafe değil, deneyim alanı yaratıyor. Moda bu kez deneyime dönüşüyor.
Valentino, SoHo’daki Sartiano’s restoranında açtığı Pink PP temalı pop-up kafe ile kendi
estetik imzasını tüm mekâna yaydı. Menü kartlarından duvarlara, kahve bardaklarından servis
önlüklerine kadar her detay markanın ikonik pembe tonuna bürünmüştü. Bu deneyim, bir
kahve molasından çok, Valentino’nun içinde kısa bir süre yaşamaya benziyordu.
Jacquemus, Seul’de açtığı Café Fleurs ile markanın estetik dünyasını gündelik bir ana taşıdı.
Kabarık beyaz cephesi Bambimou çantasından ilham alırken, içeride sunulan kahveler
lalelerle süslenmiş bir çiçek standıyla tamamlandı. Bu geçici alan bir kafeden çok,
Jacquemus’un sade ama dokunaklı dilinde tasarlanmış bir mola gibiydi.
Prada, kahveyle kurduğu ilişkiyi iki farklı çizgide sürdürüyor. Bir yandan metal termosları ve
su şişeleriyle markanın estetik anlayışını çantaların içine taşıyor, diğer yandansa Londra’daki
Harrods mağazasında açtığı Prada Caffè ile bu dili fiziksel bir mekâna dönüştürüyor. Yeşil
tonların hâkim olduğu bu zarif alanda siyah-beyaz dama desenli zeminler, özel porselenler ve
İtalyan mutfağından esinlenen menüyle Prada, modayı yalnızca giyilen değil, yaşanan bir şeye çeviriyor.
Balenciaga’nın kahve bardağı formundaki absürt çantası ise neyin tasarım, neyin parodi
olduğu sınırında gezinen bir yorum sundu ve tam da bu yüzden konuşuldu. Çünkü artık bir
nesne ne işe yaradığından çok ne hissettirdiğiyle var oluyor.
Kahveyle kurulan bu yeni ilişki, modanın daha ulaşılabilir, daha insani bir yere çekilmesini
sağlıyor. Bir markanın parçası olmak için onu giymek zorunda değilsin. Bazen sadece
kahveni onunla içmek yeter. Kimi zaman da en sade fincanda, en karmaşık aidiyet hissi saklı
oluyor.






























Yorumlar