Boş arama ile 108 sonuç bulundu
- Geçmişin Ritmi, Louis Vuitton Tasarımında
Louis Vuitton, 2025 İlkbahar koleksiyonunda müzik teknolojisinin altın çağından ilham alarak iPod, kaset çalar ve klasik müzik ikonlarını lüks aksesuarlarla yeniden yorumluyor. Pharrell Williams’ın kreatif liderliğinde Louis Vuitton, müzik dünyasına olan ilgisini bir adım öteye taşıyor. Markanın 2025 İlkbahar koleksiyonu için tasarladığı yeni aksesuarlar, nostaljik müzik teknolojilerini modern lüksle buluşturuyor. Bu özel koleksiyonda iPod, kaset çalar ve eski müzik ikonları ilham kaynağı oluyor. En dikkat çekici parçalardan biri, iPod’dan ilham alan çapraz askılı çanta. LV’nin Amazone modelini anımsatan bu deri çanta, ekran görünümüne sahip küçük bir pencere içeriyor. Ekranda şarj göstergesi, çalma butonu ve şarkı ismi yerine “Louis Vuitton Collection Spring 2025” yazısı yer alıyor. Çantanın fermuarında ise LV monogramlı altın kulaklık detayları bulunuyor. Zaman damgası olarak kullanılan “18:54”, Louis Vuitton’un kuruluş yılına gönderme yapıyor. Koleksiyondaki bir diğer parça, kaset çalar formunda bir cüzdan. Üzerinde durdur, oynat, ileri ve geri sarma butonları yer alırken, kartlık versiyonu ise Side A ve Side B grafik detaylarıyla gerçek bir kaset görünümünü tamamlıyor. İç kısmında bulunan LV logolu kulaklık illüstrasyonu ise ince düşünülmüş bir detay olarak öne çıkıyor. 13 Mart’ta satışa sunulacak koleksiyon, geçmişin ruhunu lüks kodlarla birleştirerek müzik ve moda severleri zamanda bir yolculuğa çıkarıyor.
- Peugeot Design Lab'dan Radikal 504 Pikes Peak Konsepti
Peugeot Klasik 504’ün modern ve agresif yorumu, motorsporları ile kültürel referansları bir araya getiriyor. Peugeot, ikonik 504 modelinden ilham alarak tasarladığı cesur bir konsept otomobili tanıttı. Markanın yaratıcı ekibi Peugeot Design Lab, ünlü Pikes Peak tırmanış yarışı için geliştirdiği bu aracı, 1968 çıkışlı klasik 504 modelini modern ve agresif bir yorumla yeniden şekillendirerek oluşturdu. Üstelik, bu özel konsept sadece sedan formunda değil, Break wagon versiyonuyla da karşımıza çıkıyor. Konseptin en dikkat çekici noktalarından biri, Fransız rap grubu 113’e yapılan göndermelerle kültürel bir bağ kurması. Motorsport ruhunu sanatsal bir yaklaşımla harmanlayan tasarım, ultra-geniş çamurluklar, çift katmanlı dramatik bir arka kanat ve yarış odaklı tamamen boşaltılmış bir iç mekân ile öne çıkıyor. Kabinde pembe ekoseli döşemeler gibi alışılmışın dışında detaylarla da sıra dışı bir kimlik kazanıyor. Peugeot, bu konseptiyle yetinmeyip “drift için yapılmış” ikinci bir versiyon daha sundu. Asimetrik lastik yerleşimi, üst üste dizilmiş çatı rafı ve sıra dışı dikdörtgen bir yoke direksiyon simidi, bu tasarımın özgünlüğünü pekiştiriyor. Ancak en ilginç detay, iç mekâna entegre edilmiş bir vinil pikap. Bu küçük ama etkileyici dokunuş, projenin eğlenceli ruhunu ve kültürel referanslarını vurguluyor. Teknik detaylar ve üretim planları konusunda Peugeot henüz net bir açıklama yapmasa da, paylaşılan görseller bile şimdiden otomobil meraklılarını ve motorsporları tutkunlarını heyecanlandırmaya yetti.
- Çevre Dostu Tasarımlarla Sürdürülebilir Dekorasyon
Bilinçli tasarım, sadece bugünü değil, yarını da düşünmektir. Sürdürülebilirlik, uzun süredir moda dünyasının odak noktalarından biri. Ancak bu kavram artık yalnızca giyimle sınırlı değil; yaşam alanlarının tasarım anlayışında da kendini gösteriyor. Dekorasyon, görsel estetiğin ötesinde, bilinçli malzeme kullanımı ve çevresel sorumluluk ile yeni bir boyut kazanıyor. Doğal malzemeler, geri dönüşümden geçmiş ürünler ve enerji tasarrufunu merkeze alan tasarımlar, hem zarif hem de bilinçli mekanlar yaratmayı destekliyor. Masif ahşap, doğal taş, geri dönüştürülmüş cam ve organik kumaşlar, yalnızca uzun ömürlü değil, aynı zamanda zamansız tasarımlar sunuyor. FSC sertifikalı ahşap kullanımı, orman kaynaklarının bilinçli bir şekilde değerlendirilmesine katkı sağlarken, geri dönüşüm ve ileri dönüşüm felsefesini benimseyen markalar bu bilinci tasarımlarına taşıyor. Gervasoni 1882 , geri dönüştürülmüş ahşap ve doğal kumaşlarla modern formlar yaratırken, Mater okyanus plastiklerini mobilyalara dönüştürerek çevresel sorunlara yenilikçi çözümler sunuyor. Baxter ’sa deri işçiliğinde kimyasal kullanımını minimuma indirerek temiz bir üretim süreci benimsiyor. El işçiliğine dayanan mobilyalar, sadece estetik birer nesne olmaktan çıkıp dayanıklılık ve benzersiz detaylarla mekana karakter kazandırıyor. Carl Hansen & Søn , Danimarka tasarım mirasını yaşatırken zamansız ve uzun ömürlü parçalar sunuyor. Pibamarmi , geri dönüştürülmüş taş ve mermeri modern yorumlarla buluştururken, Fideko Mobilya masif ahşabı ustalıkla işleyerek klasik ve modern arasında dengeli bir yaklaşım sergiliyor. Enerji verimliliği de sürdürülebilir dekorasyon anlayışının vazgeçilmez bir parçası. LED aydınlatmalar, güneş enerjisi sistemleri ve akıllı ev çözümleri, sadece tasarruf sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda yaşam alanlarına geleceğe dönük bir perspektif kazandırıyor. Flos , minimal çizgileriyle modern aydınlatmada öne çıkarken, Gubi farklı dönemlere ait tasarım unsurlarını harmanlayarak uzun ömürlü ürünler sunuyor. LZF Lamps ’se ahşap malzemeyi ışıkla buluşturarak mekanlara sıcak ve duyusal bir atmosfer kazandırıyor. Bugünün dekorasyonu, sadece bir alanı güzelleştirmek değil, bilinçli bir tercih yaparak yaşam tarzına değer katmak anlamına geliyor. Sürdürülebilir malzemeler, el işçiliği ve enerji dostu tasarımlar sayesinde mekânlar hem çağdaş hem de çevreye duyarlı bir kimlik kazanıyor. İyi tasarım, bugünü estetikle tanımlarken yarını da düşünmeyi gerektiriyor.
- A$AP Rocky, Ray-Ban’in İlk Kreatif Direktörü Oldu
Yeni görevine, “Blacked Out Collection” ile iddialı bir başlangıç yapıyor. A$AP Rocky, Ray-Ban’in ilk kreatif direktörü olarak resmen göreve başladı. Çok yönlü sanatçının bu pozisyona gelmesi sürpriz değil; zira Rocky, çarpıcı tarzını tamamlayan Ray-Ban gözlükleriyle sıkça görülüyor. Hem müzik hem de moda dünyasında trendleri belirleyen Rocky, Ray-Ban Studios ile bu etkiyi daha da ileriye taşımayı hedefliyor ve markanın popüler çizgisine kendi vizyonunu katıyor. Yeni görevinin başlangıcını, Mega Icons modellerine yeni bir lens tipi ekleyerek yeniden tasarladığı Blacked Out Collection ile yapıyor. Koleksiyon, tam da güneşli sezonlara giriş yaparken, nisan ayında satışa sunulacak. Rocky, 2016’da müziğin gücünü ve cesur sanatçıların hikâyelerini kutlamak için kurulan Ray-Ban Studios platformunun başına geçti. Konuyla ilgili olarak, “Ray-Ban’in köklerine sadık kalırken sürekli evrim geçirme becerisine her zaman hayran kaldım. Bu güçlü mirasın bir parçası olmaktan ve Ray-Ban gibi ikonik bir markanın bir sonraki bölümünü şekillendirmekten heyecan duyuyorum.” açıklamasında bulundu. Blacked Out Collection, Ray-Ban’in modern kültürü ile Rocky’nin imza stilini bir araya getiriyor. Klasik ikonik modeller, altın kaplama detaylar ve ultra-siyah lenslerle Mega versiyonlara dönüşüyor. Rocky’nin katkısı sadece tasarımla sınırlı kalmayacak; aynı zamanda markanın kampanyalarını yönetecek, Ray-Ban mağazalarını yeniden tasarlayacak ve moda, müzik ve sanatı bir araya getiren projeler geliştirecek.
- Görünmeyen Sanat: Gizli Enstalasyonlar ve Yalnızca Bir Kere Deneyimlenebilen Eserler
Sanat, kalıcı olmak zorunda mı? Yoksa bazen sadece yaşandığı anın içinde mi saklı? Sanat, tarih boyunca bir iz bırakma ve kalıcılık amacı taşıdı. Ancak günümüzde bazı sanatçılar, bu anlayışa meydan okuyarak yalnızca belirli bir zaman diliminde deneyimlenebilecek, kaybolmaya mahkûm eserler yaratıyor. Bu eserler bazen fiziksel olarak yok oluyor, bazen de yalnızca belirli bir kitle tarafından görülebiliyor. Peki, bir sanat eseri fiziksel olarak var olmuyorsa, hâlâ sanat olarak kabul edilir mi? Görünmeyen, geçici ve bazen tamamen erişilemez olan bu eserler, sanatın ne olduğu ve nasıl deneyimlenmesi gerektiği üzerine yeni sorular ortaya çıkarıyor. Bir Kez ve Sonsuza Dek Bazı sanatçılar, eserlerini izleyicinin gözleri önünde yok ederek sanatın maddi yönüne meydan okuyor. İşte bu anlayışın en çarpıcı örnekleri: Banksy – Girl with Balloon (2018) Sotheby’s müzayedesinde satıldığı an parçalanarak yok olan bu eser, sanat piyasasının mantığını ve sanatın tüketim nesnesine dönüşmesini eleştiren bir manifesto hâline geldi. Damien Hirst – The Currency (2021) Hirst, dijital NFT versiyonları olan fiziksel tablolar yaptı ve koleksiyonerlere bir seçim sundu: ya fiziksel eseri yakılacak ya da NFT versiyonu yok edilecekti. Sanatın değeri, maddesel varlığına mı bağlıydı, yoksa sadece bir fikre mi? Jean Tinguely – Homage to New York (1960) Kendi kendini imha eden makineler yapan Tinguely’nin en ünlü eseri, MoMA bahçesinde sergilendikten sonra kendi kendini yok etti. Makine yıkıldıkça, izleyiciler sanatın kalıcılığına dair ezberleriyle yüzleşti. Christo ve Jeanne-Claude – The Gates (2005) Sanatçı ikilisi, New York Central Park’ta 16 gün boyunca sergilenen 7.503 portakal renkli kapıyı yarattı. Sonrasında tamamen kaldırılan bu eser, geçiciliği ve mekânın dönüşümünü vurguluyordu. Bu tür eserler, sanatın kalıcılığına meydan okurken aynı zamanda onun deneyimsel yönünü ön plana çıkarıyor. Ai Weiwei , sanatın geçiciliği üzerine verdiği bir röportajda, sanatın yalnızca fiziksel bir nesne olmadığını, aynı zamanda bir düşünce biçimi olduğunu vurguluyor. Ona göre sanat, izleyicinin zihninde devam eden bir süreçtir ve fiziksel varlığı olmadan da anlam taşıyabilir. (Röportajı buradan izleyebilirsiniz.) Sadece Bilenlerin Gördüğü Eserler Sanatın gizemli ve ulaşılmaz olması, onun değerini artırıyor mu? Bazı sanatçılar, eserlerini kamusal alanlara bırakıp keşfedilmeyi bekletiyor veya yalnızca belirli kişilerin erişimine açıyor. James Turrell – Roden Crater (1977) Volkanik bir kratere inşa edilen ve hâlâ tamamlanmamış olan bu enstalasyon, gökyüzüyle sanat arasındaki sınırı bulanıklaştırıyor. Ancak buraya girmek için özel izin gerekiyor ve çok az kişi içeri girebiliyor. Abraham Poincheval – Kaya Adam (2017) Poincheval, 7 gün boyunca dev bir kayanın içinde yaşayarak sanatın sadece izlenen bir şey olmadığını, aynı zamanda yaşanan bir deneyim olabileceğini gösterdi. İzleyiciler sadece taşın dış yüzeyini görebiliyordu, sanatın gerçek içeriği ise gözlerden saklıydı. Andy Goldsworthy – Doğanın İçinde Kaybolan Heykeller Sanatçının yaptığı eserler, doğanın içinde eriyip kayboluyor. Kar, buz veya yapraklardan yaptığı heykeller, günler veya saatler içinde tamamen yok oluyor. Sanat, sonsuz olmalı mı, yoksa geçici olmak da bir anlam taşıyor mu? Bu noktada Olafur Eliasson ’un kamusal alanlarda sanatın rolü üzerine yaptığı açıklamalar oldukça çarpıcı. Sanatın yalnızca bir galeri ya da müzeye hapsolmadığını, deneyimlenen her yerde var olabileceğini savunan Eliasson’un görüşlerini buradaki makalede okuyabilirsiniz. Sanat Bir Anın İçinde Mi Saklı? Performans sanatı, en uç noktada deneyimlenebilen ama fiziksel olarak geride bir şey bırakmayan bir sanat türü. İşte en radikal örneklerden bazıları: Marina Abramović – The Artist is Present (2010) Sanatçı, MoMA’da bir masanın karşısına oturup 700 saat boyunca hiçbir şey söylemeden, sadece karşısındaki kişinin gözlerine baktı. Bu eser, sadece o anı deneyimleyenler için bir anlam taşıyordu. Tehching Hsieh – One Year Performances (1978-1999) Sanatçı, bir yıl boyunca hiç konuşmadan yaşadı, başka bir yıl boyunca her saat başı fotoğraf çekti, başka bir yıl boyunca hiç kapalı bir alana girmedi. Bu projeler belgelendi ama gerçek sanat anı, sadece yaşandığı süre boyunca var oldu. Bu sanatçıların performansları, sanatın bir obje olmaktan çıkıp bir deneyime dönüşebileceğini kanıtlıyor. Olafur Eliasson’un The Weather Project (2003) adlı çalışması da bu bağlamda önemli bir örnek. Tate Modern’in Turbine Hall’unda devasa bir güneş simülasyonu yaratan Eliasson, ziyaretçilere tamamen duyusal bir deneyim sundu. Sergi sona erdiğinde, eser de yok oldu. Sanatın yalnızca fiziksel varlığıyla değil, izleyiciyle kurduğu ilişkiyle anlam kazandığını söylemek mümkün. Görünmeyen veya kaybolan sanat, sanatın sadece bir deneyim, bir an, bir fikir olabileceğini gösteriyor. Günümüzün dijital çağında, her şeyin sonsuza dek saklandığı bir dünyada, sanatçılar belki de bilinçli bir şekilde sanatın unutulmasına izin veriyor. Sanatın değeri, onun süresine mi bağlıdır, yoksa o an yarattığı etkiye mi? Ai Weiwei ve Olafur Eliasson’un interaktif sanat projesi Moon da bu soruya farklı bir bakış açısı getiriyor. İzleyicilere dijital bir ay yüzeyine çizimler yapma imkânı tanıyan bu proje, sanatın paylaşılabilir ve anlık bir deneyim olabileceğini gösteriyor.
- Ray-Ban, Meta Gözlükleri İçin Chris Hemsworth, Chris Pratt ve Kris Jenner ile Birlikte
Ray-Ban, yeni Meta Gözlükleri’ni tanıtmak için Chris Hemsworth, Chris Pratt ve Kris Jenner ile iş birliği yaptı. 2025 Super Bowl sırasında yayımlanan reklam filminde Hemsworth ve Pratt, Jenner’ın evinde bulunuyor. Pratt, akıllı gözlükleri kullanarak duvarda bantlanmış bir muzun yer aldığı sanat eserini tanımlarken, Hemsworth muzu yiyor. Bu sahne, sanat dünyasında yankı uyandıran bir olaya gönderme yapıyor. 2019’da sanatçı Maurizio Cattelan , Art Basel Miami ’de “Comedian” adlı kavramsal eserini sergiledi. Duvara bantlanmış bir muzdan oluşan bu eser, kısa sürede büyük ilgi gördü ve üç edisyonu 120.000 ila 150.000 dolar arasında değişen fiyatlarla satıldı. Bu edisyonlardan biri Guggenheim ’a bağışlandı. Kasım 2024’teyse bir edisyonu Sotheby ’s müzayedesinde 6,2 milyon dolara alıcı buldu. Ray-Ban reklamında da Hemsworth, eserin fiyatını sorduğunda ekrana bu rakam mesaj olarak düşüyor. Reklam filminin yönetmen koltuğunda “Kingsman” filmiyle tanınan Matthew Vaughn oturuyor. 30 saniyelik versiyonun sonunda Jenner, Meta’ya avukatını aramalarını söylüyor. Uzatılmış versiyonda ise Pratt, Jenner’ın koleksiyonundaki diğer sanat eserlerini de tanımlıyor. Ray-Ban Meta koleksiyonu, geleneksel gözlük tasarımını yapay zekâ destekli bir deneyime dönüştürüyor. Meta AI teknolojisiyle donatılan bu çerçeveler, günlük hayatı daha akıllı ve etkileşimli hale getirmek için tasarlandı. Kullanıcılar, sesle kontrol edilen sistem sayesinde bilgi arayabilir, müzik dinleyebilir veya anında içerik oluşturabilir. Koleksiyonda dört farklı siluet bulunuyor ve fiyatlar 299 ila 379 dolar arasında değişiyor. Geleneksel akıllı gözlüklerden farklı olarak, Ray-Ban Meta modelleri fiziksel düğmelere ihtiyaç duymadan tamamen sesle aktive edilebiliyor. Sap uçlarına yerleştirilen hoparlörler, çevresel sesleri engellemeden yüksek kaliteli ses sunarken, yapay zekâ desteği kullanıcının günlük etkileşimlerini daha pratik hale getiriyor. Ray-Ban ve Meta iş birliği, giyilebilir teknolojinin geleceğine yön veriyor. Super Bowl gibi büyük etkinliklerde tanıtılan bu yeni nesil gözlükler, hem moda hem de teknoloji dünyasında yankı uyandırarak, akıllı aksesuarların yeni standartlarını belirliyor.
- Moda Dünyasının En Stil Sahibi Ayısı: Polo Bear
Moda tarihine damga vurmuş pek çok figür var ama çok azı bir oyuncak ayının zamansız bir stil ikonu olmayı başarması kadar beklenmedik bir hikâyeye sahiptir. Ralph Lauren’in ikonik Polo Bear’ı, nostalji ve lüksün kusursuz birleşimiyle yıllardır koleksiyonerlere ve moda tutkunlarına ilham vermeye devam ediyor. Peki, bu minik ama stil sahibi ayının hikâyesi tam olarak nerede başladı? Bir Doğum Günü Hediyesinden Kült Bir Sembole Her şey 1991 yılında Ralph Lauren ekibinin, markanın kurucusu Ralph Lauren ve kardeşi Jerry Lauren’a doğum günü hediyesi olarak Steiff marka iki özel oyuncak ayı hediye etmesiyle başladı. Fakat bu sıradan bir ayı değildi. Her biri tam da Ralph Lauren’in imza stilini yansıtan klasik takımlar, ekose ceketler ve spor tarzlarla giydirilmişti. O kadar büyük bir beğeni topladılar ki bu özel tasarım hızla bir koleksiyon fikrine dönüştü. Aynı yıl Polo Bear, sınırlı sayıda üretilen kazak ve tişörtlerin üzerinde Ralph Lauren’de hayat buldu. Beklenmedik şekilde büyük bir ilgi gören bu karakter, markanın sofistike ama eğlenceli kimliğini mükemmel bir şekilde temsil ediyordu. Polo Bear hiçbir zaman tek bir karakter olmadı. Her koleksiyonla birlikte farklı tarzlara bürünen bu minik stil ikonu; kimi zaman Oxford gömlek ve kravatla Ivy League havasına büründü, kimi zaman kayak takımıyla Alpler’de, kimi zaman da rahat bir Polo hoodie’yle şehir sokaklarında karşımıza çıktı. Onun bu adaptasyon yeteneği, markanın her sezon yeniden keşfedilen nostaljik ruhunu mükemmel bir şekilde yansıtıyordu. 2001 yılında üretimden kaldırılmasına rağmen, Polo Bear tutkunları onu unutmadı. Sosyal medyada, vintage koleksiyonlarda ve sokak modasında kendine daima yer bulan bu karakter, 2013 yılında büyük bir geri dönüş yaptı. O günden beri kazaklardan çantalara, aksesuarlardan ev dekorasyonuna kadar pek çok farklı alanda varlığını sürdürüyor.
- Anti-Valentine Akımı: Sevgililer Günü’ne Dair Bir Karşı Duruş
Sevgililer Günü geldiğinde her yer kırmızıya boyanır. Güller, çikolatalar, romantik akşam yemekleri… Her şey, aşkın kusursuz bir mutluluk getirdiği yanılsamasını desteklemek için sahnelenmiş gibidir. Öte yandan aşk her zaman bir aşk şarkısındaki gibi değildir. Bazen bir şairin dizelerinde, bir filmin son karesinde ya da bir melodiye gizlenmiş o sarsıcı boşlukta karşımıza çıkar. Anti-Valentine akımı , tam da bu noktada devreye girer. Romantik ilişkileri küçümseyen bir isyan değil, aşkın yalnızca mutlu sonlardan ibaret olmadığını hatırlatan bir karşı duruş. Sinema, müzik, edebiyat; yani pop kültürün en güçlü damarları, bunu anlatmanın en iyi yollarından biridir. Sinemada Aşkın Çatışmalı Doğası Sinema, aşkı romantik komedilerin pembe dünyasında yüceltmekten çok daha fazlasını yapabilir. Aşk bazen In the Mood for Love ’daki gibi sessiz bir çırpınıştır; yanlış zamanda, yanlış yerde yakalanan iki insanın hikâyesi. Bazense Eternal Sunshine of the Spotless Mind ’daki gibi bir hafıza oyunudur: Birini sevmek ve unutmak arasında sıkışıp kalmanın acı tatlı gerçekliği. Ama aşk, her zaman incelikli bir hüzün taşımak zorunda da değildir. Gone Girl bunu kanıtlar: Romantik ilişkilerin, toplumsal beklentiler ve bireysel maskelerle nasıl zehirlenebileceğini gösteren bir başyapıt. Blue Valentine’sa aşkın başlangıcını, yükselişini ve kaçınılmaz düşüşünü aynı anda yaşatır. Gözlerindeki ışıltıyı izlediğimiz bir çiftin yıllar içinde nasıl yabancıya dönüştüğünü görmek, bazen bir ayrılık mektubundan daha serttir. Peki ya aşkın tüketime dönüşmesi? İşte Her burada devreye girer. Bir yapay zeka ile kurulan bağın, insan ilişkilerinin yüzeyselliğini nasıl altüst edebileceğini anlatır. La Dolce Vita’sa aşkın, duygudan çok bir gösteriye dönüştüğü modern dünyada, sahte bir ihtişam içinde kaybolan insanları resmeder. Müzikte Anti-Valentine: Aşkın Çatlaklarından Sızan Sesler Aşk şarkıları her zaman "sen olmadan yaşayamam" demek zorunda mı? Bazıları aksini kanıtlıyor. Joy Division , Love Will Tear Us Apart ile aşkın en büyük parçalanmalardan biri olduğunu fısıldar. The Smiths , There is a Light That Never Goes Out ile aşkı romantik bir trajediye dönüştürür—"Seninle ölmek, hayatımın en güzel şeyi olurdu" derken, Morrissey’in sesi kayıp bir çağrıyı andırır. Lana Del Rey’in dünyasında aşk, çoğu zaman kaçınılmaz bir çöküştür. Born to Die , Ultraviolence , Norman fucking Rockwell … Hepsinde aşk, ilahi bir tutku kadar, acı bir sonu da beraberinde getirir. Florence + The Machine’se aşkı gotik bir mitolojiye dönüştürür; What Kind of Man ve Cosmic Love , sevmenin bazen bir savaş alanında yürümek gibi olduğunu anlatır. Frank Ocean’ın Self Control’ü, Billie Eilish’in Happier Than Ever’ı ya da Tyler, the Creator’ın See You Again ’i… Aşk artık sadece klasik anlamda bir romantizm değil; bazen imkansızlık, bazen takıntı, bazen de kendinden kaçış. Edebiyatta Aşk ve Yıkım Romanlar ve şiirler, aşkı anlatmanın belki de en eski yolu ama aşk hikâyeleri her zaman mutlulukla bitmez. Dostoyevski ’nin Beyaz Geceler ’i, aşkın bazen yalnızca bir yanılsama olduğunu anlatır. F. Scott Fitzgerald , Muhteşem Gatsby ’de, aşkın bir hayalin peşinden gitmek olduğunu; bazen de bu hayalin insanı yok edebileceğini gösterir. Modern edebiyatsa aşkı bir varoluş meselesine dönüştürür. Milan Kundera , Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ’nde aşkın yalnızca bir his değil, bir yük olabileceğini anlatır: "İnsan yaşamında tekrarlar yoktur, bu yüzden de kararlarımız kaçınılmaz olarak bilinçsizce alınır. Her şey ilk kez yaşanır ve biz neyin doğru, neyin yanlış olduğunu asla bilemeyiz." Tıpkı aşk gibi; her seferinde yepyeni, her seferinde bilinmezliklerle dolu. Şiir dünyasında Sylvia Plath , aşkın yalnızca bir kurtuluş değil, bazen bir kayboluş olduğunu gösterir. Plath, Mad Girl’s Love Song şiirinde şöyle yazar: "Hayal ettim söylediğin yoldan döneceğini,Fakat yaşlandım, artık unuttum ismini.(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)" Öyle ki aşk, bazen bir rüya kadar gerçek ve bir gölge kadar bulanık olabilir. Sevgililer Günü Kutlanmalı mı Yoksa Unutulmalı mı? Anti-Valentine akımı, aşka karşı bir savaş açmaz; sadece onun tek bir güne, tek bir kalıba, tek bir hikâyeye sığdırılamayacağını hatırlatır. Sinema, müzik ve edebiyat, aşkın yalnızca en parlak anlarından ibaret olmadığını, bazen derin yaralar, bazen kaçınılmaz ayrılıklar, bazen de sessiz bir özlem olduğunu bize tekrar tekrar göstermeye devam eder. Belki de aşk en çok, onu sorguladığımızda gerçek bir anlam kazanır ve bazen en büyük aşk hikâyeleri, hiç anlatılmayanlardır.
- Mektuplardan DM’lere: Aşkın İletişim Evrimi
Aşkı anlatmanın yolları değişse de hissettirdikleri hep aynı. Bir zamanlar sabırla beklenen mektuplar vardı, şimdi ise saniyeler içinde ulaşan mesajlar. Ama asıl soru şu: Gerçekten ne söylediğimiz mi önemli, yoksa nasıl söylediğimiz mi? Aşk, tarih boyunca hep aynı duyguyu taşıdı ama ifade ediliş biçimi çağlara göre değişti. Bir zamanlar aşkın tek şahidi, mürekkep izleriyle dolu mektuplardı. Zarfların içine gizlenen heyecan, bekleyişin sabırsızlığıyla daha da değerli hale gelirdi. Bugün ise duygular saniyeler içinde bir DM’e sığabiliyor. Okundu bilgisiyle sabırsızlık, çevrimiçi simgesiyle varlık hissediliyor. Tabii o bir türlü mavi olmayan tiklere hiç girmeyelim isterseniz. Bazı durumlarda mektupların bile daha hızlı ulaştığına eminim ama ispatlayamam. 17. yüzyılda el yazısı mektuplar, aşkın en kişisel ifadesiydi. Kelimeler özenle seçilir, her satır bir anıyı mühürlerdi. Örneğin, Napolyon Bonapart , Joséphine ’e yazdığı bir mektupta şöyle der: “Senden ayrıldığım günden beri sürekli bir bunalım içindeyim. Mutluluğum senin yanında olmaktan ibaret.” Kelimelerin süsü ve özlemin yoğunluğuyla dolu bu mektup okuyan kişiye günler sonra ulaşmış olsa bile o derinliği hissettirmeye yeterken şu an saniyesine ulaşabildiklerimize “Seni özledim.” diyip bitiriyoruz. Hız ve imkan arttıkça duygularımızı ifade edişimiz de mi pratikleşti yoksa her gün iletişim kurabilmenin gazabına uğrayıp hislerimizi monotonlaştırdık mı? Cevabı sizde. 20. yüzyıla gelindiğinde, daktilo sesleri romantizmin ritmini değiştirdi. Telefon hatlarıyla ses, bekleyişin yerini aldı. 1940'larda Humphrey Bogart ve Lauren Bacall arasındaki telefon konuşmaları, dönemin romantizmini yansıtıyordu. Bogart'ın Bacall’a söylediği ünlü söz: “Senin gibi bir kadına sahip olduğum için kendimi dünyanın en şanslı adamı hissediyorum.” Sonra kısa mesajlar geldi; duygular artık 160 karaktere sığmak zorundaydı. "Seni seviyorum" bile uzun gelince, "<3" gibi çözümler üretildi. Ve şimdi? Anlık mesajlar, emoji kombinasyonları, kaybolan hikayeler… Bir zamanlar Shakespeare’in aşk satırları vardı, şimdiyse tek bir ❤️ ile her şey anlatılabiliyor. Hikayelere reaksiyonlar bırakılıyor, aramalara zaman olmadığı için ses kayıtları atılıyor. Anlayacağınız iletişim dili değiştikçe aşkın dili de değişti. Aşk, hız kazandı ama derinliği azaldı mı? Belki de aşkın ifade biçimi değil, ona yüklenen anlam değişiyor. Mektupların yerini alan DM’ler de bir çağın aynası. Ama asıl soru şu: İçerik mi yoksa biçim mi önemli? Bir mesajın kaç saniyede ulaştığı mı, yoksa içinde ne taşıdığı mı?
- Maison&Objet 2025'den Öne Çıkanlar
Maison&Objet 2025, sanat ve işçiliğin kusursuz birleşimiyle tasarım dünyasını bir araya getirdi. Paris, yılın en ilham verici tasarımlarına ev sahipliği yaptı. 16-20 Ocak 2025 tarihleri arasında düzenlenen Maison&Objet , 60’a yakın ülkeden 2.300’den fazla katılımcıyla küresel tasarım sahnesinin nabzını tuttu. Ahşabın sıcaklığını zarif formlarla buluşturan sandalyelerden, porselenin inceliğini modern dokunuşlarla yorumlayan aydınlatmalara kadar geniş bir yelpazeye yayılan tasarımlar, estetik ve işlevselliği yeniden tanımladı. Türk markası Deya , meşe ağacından oyulmuş ayakları ve yumuşak döşemesiyle dikkat çeken High Heels koltuğuyla özgün bir duruş sergilerken, Lladró , Bosa ve Illulian gibi markalar zanaatkarlığın sınırlarını zorlayan koleksiyonlarıyla öne çıktı. İşte Maison&Objet 2025’in en çarpıcı tasarımları: Deya Defne Arıkoğlu ve Yasmin Karamolla’nın kurucusu olduğu Türk markası Deya, meşe ağacından oyulmuş ayakları ve yumuşak kumaşla kaplanmış formuyla dikkat çeken High Heels koltuğuyla öne çıkıyor. Drugeot Manufacture Fransız tasarımcı Constance Guisset’in Drugeot Manufacture ile yaptığı ilk iş birliği olan Helio sandalye, yuvarlak hatlara sahip tasarımı ve meşe malzemesiyle zarif bir duruş sergiliyor. Lladró Valensiyalı üretici Lladró, tasarımcı Marcantonio imzalı A Bright Idea porselen ampulüyle dikkat çekiyor. Bu zarif aydınlatma parçası, meşe yaprağı veya tüy desenli iki farklı modelde sunuluyor. Inner Design Inner Design’ın Shanti sandalyesi, Avrupa’da üretilen dişbudak, kayın, meşe veya ceviz ağacından yapılan iskeleti ve etrafını saran perdesiyle meditasyon ve kişisel alan yaratmak için tasarlandı. Origin Made Origin Made, İsveçli tasarımcı Kajsa Melchior’un dalgalı formuyla dikkat çeken Duna sehpasını piyasaya sundu. Bosa İspanyol tasarımcı Jaime Hayon’un Bosa için tasarladığı Danza seramik sehpa koleksiyonu, klasik formlara neşeli desenler ekleyerek estetik ve eğlenceyi bir araya getiriyor. Pulpo Victoria Wilmotte’un Pulpo için tasarladığı Sfera aydınlatma koleksiyonu, Wilmotte’un Paris stüdyosunda üretilen sınırlı sayıda VW Factory Edition 'dan ilham alıyor. Royal Delft Royal Delft’in Arian Brekveld tasarımı Mazzo Blue iki parçalı vazoları, çiçeklerden ilham alan formları ve “buket” anlamına gelen İtalyanca isimleriyle çiçeklerin güzelliğini kutluyor. Illulian İtalyan tasarımcı ve mimar Elena Cutolo’nun Turan el dokuması halısı, Memphis Milano akımından ve Etrüsk aşk, güzellik ve bereket tanrıçasından ilham alan renkleri ve geometrik desenleriyle Illulian’ın koleksiyonuna güçlü bir karakter katıyor. Studio Booboon Paris merkezli Studio Booboon’un tasarladığı Jojak ışık heykelleri, çelik bir iskeletin üzerine gerilmiş beyaz, gül kurusu veya mavi Kore ipeğiyle zarif bir aydınlatma deneyimi sunuyor.










