Boş arama ile 108 sonuç bulundu
- İsyan Sanatının Evrimi: Özgürlükten Vitrine
İsyan sokaktan doğdu, beyaz duvarların arasında evcilleşti. Bir duvara izinsizce bir figür çizersiniz. Belki kimse görmez. Belki biri görür ve üzerine başka bir hikâye yazar. Belki de yıllar sonra o duvar, bir galeri duvarından daha değerli hâle gelir. Sokak sanatı, başlangıcında anonim, kaçak ve özgür bir dildi. İtalya doğumlu sanatçı Blu , şehirlerin unutulmuş yüzeylerine devasa duvar resimleri yaparak ün kazandı. Bologna’nın arka sokaklarında, dev makinelere dönüşen insan figürleriyle modern kapitalizmi eleştiriyordu. Onun eserleri, resmî bir davetle değil, gecenin sessizliğinde ve şehrin ritmine karışarak ortaya çıkıyordu. Fransız sanatçı Invader , 1990’ların sonunda Space Invaders video oyunundan ilham aldığı minik mozaiklerini Paris’in duvarlarına yerleştirirken geleneksel sanat dünyasına meydan okuyor, sanatın elitist kodlarını hiçe sayıyordu. Kimseye görünmek için değil, şehirle bir oyun oynamak için vardı. New York’lu Lady Pink ’se grafiti dünyasında bir ilkti. 1980’lerde, erkek egemen bir alanda adını metroların yeraltı tünellerine yazdı. Onun işleri yalnızca sanatını göstermiyor, aynı zamanda kadın sanatçıların kamusal alandaki görünürlüğünü de savunuyordu. Zamanla her hikâyede olduğu gibi sokak sanatı da görülmek ve takdir edilmek istedi. Görülmenin getirdiği ilgi, ilginin getirdiği statü ve statünün getirdiği pazarlanabilirlik sokak sanatının da kimyasını değiştirdi. Blu’nun çalışmalarını müzayede kataloglarında görmeye başlayan şehir yetkilileri, sanatçının izinsiz yarattığı duvarları sahiplenmeye kalkınca Blu kendi eserlerini beyaz boyayla kapattı. Sanatın satılık olmadığını göstermek için, kendi elleriyle yok etti her birini. Öte yandan Invader, sanatının evrimiyle barıştı. Şehirlerin gizli köşelerine yerleştirdiği mozaikler artık koleksiyon parçalarına dönüştü hatta bazıları 500 bin doları aşan fiyatlara satıldı. Lady Pink, New York’un yeraltı tünellerinden galerilere geçiş yaptı. Grafitinin bir “vandallıktan” öte bir sanat formu olduğunu savunduğu işleri, MoMA gibi büyük kurumların koleksiyonlarına girdi. Sokak sanatçıları galeri sanatçılarına mı dönüştü yoksa yalnızca görünür olmak için başka bir dil mi öğrendiler? Bir sanatçının kendi eserini herhangi bir sokakta halkla buluşturması kadar, bir diğerinin kendi sanatından bir galeride para kazanması doğaldır. Sanatın değeri yalnızca sergilenme biçimiyle ölçülmemeli; asıl mesele, sanatçının para kazanacağım diye kendi yaratıcılığını ve özgünlüğünü yitirmemesinde yatıyor. Bu evrim karşısında yalnızca temkinli değil, aynı zamanda dikkatli bir hayranlıkla yaklaşmalıyız. Çünkü sanat, nerede olursa olsun, eğer hâlâ bir hikâye anlatıyorsa, hâlâ bir duygu uyandırıyorsa yerini ya da çerçevesini tartışmaktan çok daha büyük bir şeye hizmet ediyor demektir. Asıl soru belki de şudur: Hayatta her şey bir statüye mi dönüşmek zorunda yoksa kendi hayalini hayata geçirmek başlı başına bir var oluş biçimi midir? İsyanın biçimi değişebilir, yöntemleri evrilebilir ancak gerçek olan sanatın hâlâ bir anlam taşıdığı yerde özgürlüğün de nefes aldığıdır.
- Tek Bir Filmle İkonlaşan Ünlüler
Bazı roller yalnızca sinema tarihinde değil, moda ve kültür dünyasında da unutulmaz izler bırakıyor. Audrey Hepburn’den Timothée Chalamet’e, tek bir filmle ikon haline gelen yıldızların etkisine yakından bakıyoruz. Bazı roller vardır ki, yalnızca bir karakter yaratmaz; bir kuşağın hayallerine, modasına ve kolektif hafızasına kazınır. Bazen tek bir sahne, bir bakış, bir kostüm, yıldızları yalnızca bir oyuncu olarak değil, bir kültürel ikon olarak ölümsüzleştirir. Moda dünyasından sosyal medyaya, bu roller kendi başlarına bir dil oluşturur. Peki kimler, tek bir filmle bu derin izi bırakabildi? Audrey Hepburn / Breakfast at Tiffany’s (1961) Siyah elbisesi, incileri ve kahvesiyle vitrin karşısında duran Holly Golightly, yalnızca bir karakter değil, zamansız şıklığın evrensel simgesi haline geldi. Hepburn’ün bu görünümü, yıllar boyunca modada sadelikle zarafeti birleştirmenin formülü oldu. Uma Thurman / Pulp Fiction (1994) Kısa siyah bob saç kesimi, oversize beyaz gömlek ve keskin dans sahnesiyle Thurman, modern “cool” kavramının yüzlerinden biri haline geldi. ’90’lar sonrasında sayısız kez referans alınan bu görünüm, bugün bile özgünlüğünü koruyor. Timothée Chalamet / Call Me by Your Name (2017) Chalamet’nin canlandırdığı Elio karakteri, rahat ama incelikli tarzıyla yeni neslin “zarif dağınıklık” estetiğini şekillendirdi. Yumuşak gömlekler, pastel tonlar ve doğallık, Chalamet ile yeniden bir çekim kazandı. Heath Ledger / 10 Things I Hate About You (1999) Ledger’ın Patrick Verona karakteri, “asi ama duyarlı” erkek imajının modern yorumunu sinemaya taşıdı. Deri ceket, dağınık saçlar ve hafif umursamaz tavrı, o dönemin genç stil kodlarını belirledi. Özellikle serenat sahnesi, kült sahneler arasına girdi. Winona Ryder / Heathers (1989) Karanlık, asi ama bir o kadar da stil sahibi bir duruş. Ryder’ın Veronica karakteri, erken dönem grunge estetiğinin ve dark academia ruhunun sinemadaki öncülerinden biri oldu. Carrie-Anne Moss / The Matrix (1999) Trinity’nin deri kıyafetleri ve minimalist cyberpunk estetiği, 2000’lerin başında modaya bambaşka bir yön verdi. Bugün bile, deri ceket ve dar siluetler Matrix etkisi taşımaya devam ediyor. Bir karakterin gardırobunda kaybolmak, bazen bir dönemin ruhuna dokunmaktır. O anlar yalnızca bir sahne değil; modanın, estetiğin ve hayal gücünün görünür olduğu bir zaman kapsülüne dönüşür. Bugünse hâlâ onları konuşuyoruz çünkü bazı etkiler, moda geçse bile hafızadan silinmez.
- Byredo’dan Yeni Nesil Mum Isıtıcısı
Byredo ve Benoit Lalloz’un iş birliğiyle tasarlanan Infra Luna 2.0, fitil yakmadan koku yayan heykelsi bir ışık nesnesi olarak yeniden tanımlanıyor. Koku ve ışık mekânda asla tam olarak görünmeyen, ama her şeyin tonunu değiştirebilen iki element. Byredo’nun Fransız ışık sanatçısı Benoit Lalloz ile iş birliğinde geliştirdiği Infra Luna 2.0, tam da bu iki elementin kesişiminden doğuyor. Ne bir mum, ne bir lamba; Infra Luna, gündelik ritüellere sessiz ama anlamlı bir müdahale öneriyor. İlk kez 2022’de tanıtılan orijinal Infra Luna, klasik mum kullanımını yeniden tanımlamıştı. İkinci nesil versiyonu olan Infra Luna 2.0, mumun üst yüzeyini fitil yakmadan, özel bir halojen ampul ile ısıtarak kokunun yayılmasını sağlıyor. Yani yanma yok, duman yok, yalnızca ısının kokuyla kurduğu görünmez bir ilişki var. Yeni versiyon, doğadaki parıltılı organizmalardan, özellikle böceklerin ışık yansıtan kabuklarından ilham alıyor. Metalik pembe camı ve renkli kablosuyla dikkat çeken tasarım, estetik ile doğayı aynı objede buluşturuyor. Doğal alüminyum ve yeşil kablolu ilk versiyon da koleksiyonun kalıcı bir parçası olarak yeniden satışta. Benoit Lalloz, ışığın mekân üzerindeki etkisini araştıran multidisipliner bir sanatçı. Daha önce Hermès, Azzedine Alaïa, Fondation Cartier gibi kurumlarla çalışan Lalloz, tasarımlarında ışığı yalnızca bir araç değil, başlı başına bir malzeme olarak kullanıyor. Infra Luna için “sessiz bir titreşim, mekânda görünmeyen bir varlık” tanımını yapıyor. Onun ışıkla kurduğu bu sezgisel ilişki, Infra Luna 2.0’a da sinmiş durumda. Mart ayında Paris’te düzenlenen Matter and Shape fuarında tanıtılan Infra Luna 2.0, yaşam alanlarına yalnızca bir obje değil; zamanın akışına entegre olmuş bir deneyim sunuyor. Işık, koku ve sessizlik. Hepsi aynı noktada, aynı çerçevede buluşuyor. 24 Nisan’dan itibaren byredo.com ve seçili mağazalarda satışta.
- Billie Eilish ile Müslüm Gürses Aynı Estetik Evrenin Parçası mı?
Billie Eilish ve Müslüm Gürses’in estetik evreninde buluştuğu yerdeyiz: Duyguların moda hâline geldiği dijital bir çağın tam ortası. Billie Eilish, oversize hoodie’sinin altından yere doğru süzülen bakışlarıyla, Lana Del Rey, 60’lardan fırlamış bir imgeyle aşk acısını fon müziği gibi taşırken… Yeni nesil için duygular artık kelimelerle değil, görüntülerle tarif ediliyor. Hüzün, söylenmekten çok giyiliyor, paylaşılıyor, estetikleştiriliyor. Sosyal medyanın her platformunda karşımıza çıkan bu “hissetmekten çok hissettiriyormuş gibi yapmak” hali, yalnızca bireysel bir ifade biçimi değil; kolektif bir görsel dil. TikTok’ta kırmızı gözlerle slow-motion yürüyüş videoları, Pinterest’te pastel tonlarda küratörlenmiş “sad girl mood” panoları, Instagram’da filtreli melankoli. Üzgün görünmek, artık bastırılacak değil, stilize edilecek bir şey. Ama bu gerçekten hissetmek mi? Yoksa hislerin yalnızca sahnelenmesi mi? İçinde bulunduğumuz dijital evrende duygular bile görünürlükle ölçülüyor. Ağlamak eskiden yalnız yapılan bir eylemken, şimdi estetik bir içerik formatı. Loş ışıkta ağlayan bir yüz, ayna karşısında dudakları titreyerek çekilmiş bir video… “Gerçek acı” ile “gösterilebilir hüzün” arasındaki çizgi bulanıklaştıkça, duygular da tıpkı fotoğraf filtreleri gibi yumuşatılıyor. Hüzün, gerçekliğini kaybetmeden önce bir stile dönüşüyor. Bu dönüşümde en çarpıcı nokta şu: Duygularla başa çıkmaktan çok, onları bir temaya oturtmak istiyoruz. Estetikle harmanlanan melankoli, artık acının kendisinden çok atmosferiyle var oluyor ve bu atmosfer, bizde empati uyandırmak yerine, izlenebilirlik yaratıyor. Çünkü hissettiklerimizi değil, nasıl göründüğümüzü önceliyoruz. Ağlamaktan değil, ağlarken nasıl göründüğümüzden endişe ediyoruz. Belki de bu estetik bize hiç de uzak değil. Türkiye’de yıllardır bir “ağlamak için dinlenen” müzik kültürü var. Müslüm Gürses’in arabeski, acıyı sahnede büyüten, dinleyiciye onunla bütünleşme alanı sunan bir anlatıydı. Tıpkı bugün Billie Eilish’in fısıldar gibi söylediği sözlerde olduğu gibi. Tek fark, birinin ceketinin vatkası büyükken, diğerinin hoodie’si bol. Billie Eilish ve Müslüm Gürses… İki uç, iki çağ, iki kıta. Ama duygunun temsiline gelince, şaşırtıcı bir şekilde yan yana durabiliyorlar. Eilish’in fısıltılı vokaliyle anlattığı bastırılmış yalnızlık, Gürses’in tok sesiyle yankılanan kederle aynı yere dokunuyor: iz bırakmış bir acı, seyredilen bir hüzün, içine dönük ama dışa taşan bir duygusallık. Estetik kodları farklı olsa da; biri karanlık pastel filtreler ve bol sweatshirt’lerle, diğeri sigara dumanı ve deri ceketle aynı şeyi anlatıyorlar: Duygular bastırılmıyor, sahneleniyor. Bu yüzden ikisi de kendi nesilleri tarafından yalnızca dinlenmiyor; benimseniyor, giyiliyor, taklit ediliyor. Müslüm Gürses’in sahnesi bir duvar gibi duruyordu; acı ondan yansıyordu. Billie’nin odası ise karanlık bir kutu: acının içinden bakıyor, fısıldıyor. Aynı acının farklı ışıklarla aydınlatılmış iki sahnesi. Peki bu durum samimiyetsizlik mi, yoksa çağın kendini koruma refleksi mi? Belki de bu jenerasyon duygularını bastırmıyor; sadece onları başka bir dile çeviriyor. Duygusal imgelerle, filtrelenmiş acılarla, hafifçe bulanık videolarla. Gerçek kırılganlık artık net değil. Ama belki hâlâ orada.
- Kendrick Lamar Chanel’in Yeni Yüzü
Kendrick Lamar yıllardır sadece müzik üretmiyor, aynı zamanda bir çağın duygusunu, ritmini ve sorularını taşıyor. Onun sözlerinde ve sahnesinde sanatının haricinde her zaman çağdaş bir gözlemcinin varlığı hissediliyor. Şimdiyse bu güçlü ifade biçimi Chanel’in estetik dünyasında kendine yeni bir alan buluyor. Fransız moda evi, Lamar’ı gözlük koleksiyonunun marka elçisi olarak duyurdu. Bu iş birliği, iki ayrı disiplinden gelen ama benzer şekilde kendi sesini bulan iki yaratıcı zihnin buluşması gibi. Chanel uzun yıllardır erkek giyimine özel bir hat sunmasa da, Lamar’la kurduğu bağ çok daha geniş bir zemine oturuyor. Gözlük kategorisi, markanın daha ulaşılabilir çizgilerinden biri olabilir, ancak bu kampanyanın taşıdığı anlam yalnızca ürün tanıtımının ötesine geçiyor. Gözlükler, Lamar’ın Chanel evrenine giriş noktası olurken aynı zamanda onun kişisel ifadesinin de bir parçası hâline geliyor. Lamar iş birliği hakkında “Chanel’in zamansız bir mirası var ve bu her zaman destekleyebileceğim bir şey. Erkekler için kıyafet üretmediklerini bildiğim için gözlüklerle başlamamız gerektiğini biliyordum,” diyor. İkili daha önce de bir araya gelmişti. 2024 yılında Dave Free ile birlikte yazıp yönettiği The Button kısa filmi , Chanel’in haute couture defilesi için özel olarak hazırlanmıştı. Lamar, yalnızca sesini değil, görsel dilini de Chanel’in anlatısına dahil etmişti. Bu kez ise hem görünür hem kalıcı bir ortaklıktan söz ediyoruz. Daha önce Louis Vuitton, Martine Rose ve Willy Chavarria gibi isimlerle yaptığı iş birliklerinde de dikkat çeken Lamar, Chanel ile birlikte çok daha rafine bir ifade alanına yöneliyor. Sessizlikle tanımlanan ama güçlü bir etki alanı yaratan bu kampanya, hem modanın hem de müziğin ortak bir zeminde buluşabileceğini gösteriyor. Bir sanatçının vizyonuyla bir markanın mirası arasında kurulan bu denge, kampanya sınırlarını aşarak kültürel bir olaya dönüşüyor. Peki bu buluşmayı siz nasıl okuyorsunuz? Gözlüklerin ardında sadece bir stil mi var, yoksa daha fazlasını mı görüyoruz?
- Jonathan Anderson Dior Men’in Başına Geçti
Moda dünyasında uzun süredir dolaşan söylentiler bugün itibarıyla resmiyet kazandı: Jonathan Anderson, Dior Men’in yeni kreatif direktörü olarak atandı. 2013’ten bu yana başında olduğu Loewe’den geçtiğimiz günlerde ayrılan Anderson, şimdi gözünü modanın en büyük sahnelerinden birine dikiyor. Ocak 2025’te görevi bırakacağı açıklanan Kim Jones’un yerini devralacak olan tasarımcı, ilk Dior koleksiyonunu 27 Haziran 2025’te Paris Erkek Moda Haftası’nda sunacak. Loewe’den Dior’a: Daha Büyük Bir Sahne Anderson’ın Loewe’de geçirdiği 11 yıl, yalnızca bir kreatif direktörlükten ibaret değildi. İspanyol zanaatkârlığını çağdaş sanata entegre eden tasarım dili, Puzzle ve Elephant Bag gibi kült çantaların yanı sıra, balon siluetli kıyafetler ve absürd ayakkabı formlarıyla moda dünyasında iz bıraktı. Loewe Vakfı Craft Prize ile tasarım ve zanaat arasındaki sınırları bulanıklaştıran Anderson, şimdi bu estetik anlayışını Dior’un köklü mirasıyla buluşturmaya hazırlanıyor. Ancak bu yalnızca yaratıcı bir geçiş değil; aynı zamanda bir ölçek değişimi. Loewe’nin yıllık yaklaşık 1 milyar euro ’luk cirosuna karşılık, Dior’un yalnızca erkek giyimi tarafı bile 9,5 milyar euro gibi devasa bir hacme sahip. Bu da Anderson için daha büyük bir kitle, daha geniş bir endüstri etkisi ve daha yüksek beklenti anlamına geliyor. Dior’un Yeni Dönemi Ne Vaat Ediyor? Dior’un erkek giyimi, geçtiğimiz yıllarda Kim Jones’un sokak kültürü ile couture’u harmanladığı koleksiyonlarla farklı bir dinamizm kazanmıştı. Anderson’ın bu yapının üzerine nasıl bir vizyon inşa edeceği, şimdiden sektörün en büyük merak konularından biri. Loewe’de estetik olanı soyutlamaktan çekinmeyen, sınırları zorlayan bir tasarım dili benimseyen Anderson, şimdi Dior’un zengin arşivleriyle buluşacak. Anderson’ın Dior’daki ilk koleksiyonu, sadece yeni bir estetik dönemin başlangıcı değil; aynı zamanda çağdaş erkek giyiminin geleceğine dair güçlü bir beyan olabilir.
- Demir Demirhisar’la Rotalardan, Ruhlardan, Tabaklardan
Tatları kovalayan bir zihin, rotaları hisseden bir ruh ve bunlardan doğan yemekler. Bazı şefler tarif verir. Bazıları ise hikâye anlatır. Demir Demirhisar, tabağı bir tuval gibi kullanan, hissin ve sezginin peşinden yürüyen bir anlatıcı. Onunla konuşurken mutfaktan çok daha fazlasına, geçmişe, duyulara, doğaya ve hatta yıldızlara uzanıyorsunuz. Trüflü dondurmadan film tadımlarına, çocukluk oyunlarından doğadaki sofralara kadar uzanan bu sohbet; yemekle hayat arasındaki o görünmeyen bağı yavaşça ortaya seriyor. Çünkü onun mutfağı, sadece yemek pişen bir yer değil; aynı zamanda hafızaların, duyguların ve keşiflerin buluştuğu bir alan. Bir yemeği unutulmaz yapan şey nedir? Demir: Bence bir yemeği unutulmaz yapan şey atmosferidir. Arkasında bıraktığı anılardır… Bu anılar bazen tabağın kendisi, bazen içinde bulunduğun mekan, bazen aromalar olabilir. Ama bazen de o yemeği yerken karşınızda oturan birinin baktığınız gözleridir. Yani, tek bir sebebi yok. Bazen bir yemek değil, bir bakış kalır aklında. Yemeği gerçekten unutulmaz yapan, insanda bir iz bırakan duygudur. Yemek yaparken nelerden ilham alıyorsun? Demir: Uzun süre dünyadan ilham aldım. Doğadan, mevsimlerden, coğrafyadan… Son zamanlarda gözümü yukarı çevirdim. Gökyüzüne, yıldızlara, gezegenlere bakıyorum ama ne olursa olsun, özünde hep hislerimle ilerliyorum. O günkü ruh halim yemeğe doğrudan yansıyor. Kızgınsam, yaptığım yemek daha acı, daha sert aromalara sahip oluyor. Huzurluysam, çiçeksi, narenciyeli, pastel tonlu tabaklar çıkıyor ortaya. Evde kendim için yemek yaparken özgürüm. His ne diyorsa onu yapıyorum. Fakat iş profesyonel tarafa geçtiğinde, ister istemez belli bir rotada ilerlemen gerekiyor. O zaman hem duygumu hem ticari gerçekliği dengelemem gerekiyor. “Film Tadımları” konseptinde de bu duygularla mı ilerliyorsun? Demir: “Film Tadımları”nda doğrudan duygudan değil, filmin ruhundan, detayından yola çıkıyorum. Sanki ben de filmdeyim gibi. Oyuncu değilim ama figüran da değilim. O sahnedeyim. Havayı hissediyorum, güneşi, ışığı, sesleri… O atmosfer bana bir his veriyor. Önce filmi bilmek gerekiyor, tabii. Filmde sahnede ne geçtiğini bilmek gerekiyor. Mesela “Issız Adam”da adam diyor ki: Ben ayrılmak istiyorum. Sahneyi biliyorsunuz. Peki o anda Ada’nın ne yediğini hatırlıyor musunuz? Yaprak sarma. Ben orada ona dikkat ediyorum. Daha çok duygunun orada yemekle olan etkileşimini inceliyorum ve bunu kendimce dışa vuruyorum. İşte o hissi bir tabağa dönüştürüyorum. Peki örnek olarak hangi filmde, nasıl çalıştınız? Demir: Mesela “Ratatouille” çok özgür olduğum bir projeydi. Tam anlamıyla bir yemek filmiydi. Filmde bir yemek görünürken biz de o anda tabakta aynı yemeği sunduk. Fakat kendi yorumumuzla. “Kill Bill”de bu kadar net yemek sahnesi yoktu. Bu sefer filmi, geçtiği yerlerle okuduk: Asya ve Meksika. Bir sahnede Uma Thurman pirinci çubukla tek tek yiyor. Biz de “Discipline Rice” adını verdiğimiz bir tabak hazırladık. Aynı deneyimi yaşatsın diye masaya çatal bile koymadık. “Ye, Dua Et, Sev” çok enteresandı. İlk 45 dakikası ‘“ye” idi. Sonra yemek sahnesi bitiyor. O yüzden o kısmı tüm filme yaymak zorunda kaldık. Yani hep yeni yollar buluyoruz. Ama işin özü şu: Biz “hissettir sonra sat” diyoruz. “Yap-sat” değil. Hatırladığın ilk mutfak anısı ve sana farklı gelen ilk tat neydi? Demir: 9 yaşındaydım. Marmaris’te anneannem ve dedemin işlettiği pansiyonun mutfağındaydım. Yardım ediyordum. Derin dondurucudan bir şey alırken elektrik çarptı. “Titredim!” diye koştum anneanneme. O anı çok net hatırlıyorum çünkü hem fiziksel hem duygusal olarak hafızama kazındı. Tat olaraksa, 12-13 yaşındaydım. Carlo Bernardini ’nin elinden trüflü dondurma yedim. O zaman Türkiye’de yeni yeni trüf konuşuluyordu. Babamla birlikte yedik. “Bu ne yahu?” dedim. “Trüf” dedi babam. Bu tat, zihnimde başka bir kapı açtı. Mutfakla sanatın ortak noktası nedir sence? Demir: Aslında mutfağın kendisi bir sanat. Aynı zamanda da zanaat bir noktada. Ortak noktasıysa özgün içerik üretmek, bir şeyler yaratmak ve bir noktada kendini ifade etmek. Bu bir ressamın resminden, yahut bir müzisyenin müziğinden farklı olmayan bir sanat. Ressamın boyaları varsa, müzisyenin notaları varsa benim de önümde yüzlerce malzeme var. Doğru kombinasyonla, doğru teknikle bir araya getirdiğimde ben de bir eser ortaya koyuyorum. Tabak benim tuvalim, bıçağım fırçam, boyam malzemem. Aynı şeyi yapıyoruz: Sanat. Bu tatlarla oynama hali çocukluktan mı geliyor? Demir: Evet. Tat kombinasyonlarına çocukluktan beri meraklıyım. Çocukken tatmadığımız çok fazla şey vardı. Tropikal meyveler, baharatlar… Bunlarla ilk kez karşılaştığımızda bile zihnimiz bir referans arıyor. Ben buna “aroma kartuşları” diyorum. Tıpkı yazıcıda olduğu gibi; binlerce renk yerine, birkaç temel renkten sonsuz kombinasyon çıkarırsın. Tatlar da öyle. Dilimizdeki reseptörler yeni bir tatla karşılaştığında, beynimizde bir karşılık bulmaya çalışıyor. 9 yaşında annemle kaldığımız evde, önceki günden kalan zeytinyağlı kerevizin üzerine vişne reçeli koyup yemişliğim, hatta ton balığının üzerine kakao serpmişliğim var. Sonradan bu merakın bilimsel karşılığı olduğunu öğrendim: Flavor Matrix. Bu; aromaların tatlı, ekşi, umami, acı ve tuzlu gibi temel öğelerle birbirine nasıl bağlandığını, nasıl birbirlerini dönüştürdüğünü inceleyen bir sistem. Aslında bu bir tür sinestezi. Tatlar arasında geçişler yaratmak. Örneğin bir tabakta bitter çikolata, gorgonzola, kapari, çilek, ceviz… Bunların hepsi bir arada olabilir mi? Evet, çünkü umami burada kilit. Ben de mutfakta bu “gizli etki”yi seviyorum. Tat hafızası senin için ne ifade ediyor? Demir: Tat hafızası, koku hafızasıyla doğrudan bağlantılı. Beyindeki en güçlü hafıza tipi kokudur. Geçmişte bir kez kokladığın bir şeyi, yıllar sonra yeniden duyduğunda, o anı tüm detaylarıyla hatırlayabilirsin. Ne giydiğini, nerede olduğunu, kimin gözlerine baktığını…Tatlar da aynı şekilde, geçmişe götüren birer anahtardır. Ama burada önemli olan, romantize etmekten kaçınmak. “Anneannemin böreğini yedim, çocukluğuma döndüm” gibi değil sadece. Tatlar gerçekten de bilimsel olarak zihinde güçlü izler bırakır. Belki o anda fark etmezsin ama seninle kalır. Ve yıllar sonra, bambaşka bir anda, seni hiç ummadığın bir anıya götürebilir. O zaman “anılarımızı bir tabakta saklayabiliriz” fikrine katılıyor musun? Demir: Hayır. Çünkü anı, bir tabağa sığmaz. Tabağın kendisi bir araçtır. Anı dediğimiz şey, sende bıraktığı izdir. Yani bir yemek, bir koku seni tetikleyebilir ama o anda hatırladığın şey aslında yaşadığın duygu, ortam, belki bir bakış, belki bir cümledir. Tabağı hatırlıyor olmak, aslında o anı hatırlamak değil. Anılar, bizim içimizdeki izlerde saklıdır. Tabağın görevi, sadece o izi uyandırmaktır. Lezzet, sunum, hikâye… Hangisi senin için daha baskın? Demir: Nerede durduğuma göre değişir. Eğer misafir olarak oturuyorsam, lezzet isterim ama şef olarak, mutfağın başındaysam, hikâye kurarım. Çünkü doğru bir hikâyeyle, hatalı bir tadı bile görünmez kılabilirsin. Mesela ekşi bir domates kullandım diyelim. Açıklamam şu olabilir: “Bu domates volkanik topraklarda yetiştiği için daha ekşi.” İşte o noktada, hikâye yemeğin önüne geçer. Bir tabak oluştururken önce his mi gelir, teknik mi? Demir: Önce his gelir. Teknik zaten yıllardır edindiğim bilgiyle, refleks haline geldi. Duygu kurarken teknik düşünmem. O an kurduğum duygu, o tabakta nasıl akacaksa onu hayal ederim. Teknik zaten devreye girer. His olmadan hiçbir şeyin anlamı olmaz. Mutfak dışında kendini ifade ettiğin başka sanat dalları var mı? Demir: Var. Rap müzik yapıyorum ama çocukluğumdan bu yana birçok enstrümanla temasım oldu. Keman çaldım, piyano, bateri, saksafon, mızıka… Elime bir oyun hamuru geçtiğinde heykel yapıyorum, boş bir sayfa gördüğümde resim çiziyorum. Hayatımın içinde sanat hep var. Bunu “sanatçıyım” diyerek değil, hayatla iç içe yaşadığım bir şey olarak görüyorum. Seni en çok yansıtan yemek hangisi? Demir: Aglio e Olio. Çok basit ama çok güçlü. İçinde sadece sarımsak ve zeytinyağı var ama o kadar yalın ki tüm etkisini doğallığından alıyor. Ben de öyleyim. Maskesiz, sade ve olduğum gibiyim. Bir masa kurarken önce hangi detaya dikkat edersin? Demir: Önce masanın uzunluğuna dikkat ederim. Ya yeteri kadar uzun değilse? Tabii atmosfer de yaptığım işte etkili olan bir unsur. Oradaki durum neyse biraz da onun üzerine kurgulamayı tercih ediyorum ama ilk baktığım şey kesinlikle masanın boyu. Özel sofralarda seni en çok ne heyecanlandırır? Demir: Özel konuklar. Oryantiring sırasında yemek yapma fikri nasıl gelişti? Demir: 10 seneye yakın izcilik yaptım. Göcek, Sarsala koylarından Marmaris’e kadar uzanan parkurlarda. Çadır yasaktı, mat üstünde uyunurdu. Araç yok, sadece yürüyüş. Geceleri yıldızlarla uyur, gündüz harita ve pusulayla yön bulurdun. Babam çocukken bana evde bile oryantiring oyunları kurardı. Sürpriz yumurtayı bulmam için ipuçları verirdi. Bu hep benimle kaldı. Sonra dedim ki: Bu duyguyu neden yemekle birleştirmeyeyim? Sabit bir menü yerine, insanlar yürüyerek, farklı noktalarda durarak, kendi rotalarıyla yemeği deneyimlesin istedim ve bunu doğanın içinde yapmak bana en anlamlısı gibi geldi. Yani insanlar artık sadece yemek yemiyor, bir deneyimin parçası oluyor. Yemeği adım adım keşfediyor, bazen yolu, bazen duyguyu, bazen kendi iştahlarını… Bu benim için oyunun ve yemeğin birleştiği bir alan. Doğada yemek yapmakla mutfakta yemek yapmak arasında ne fark var? Demir: Akan su bulmanın zorluğu. Mutfakta musluğu açarsın, doğada taşıman gerekir. Derin yağda kızartma yaptıysan, doğaya dökemezsin. Yağı soğutup taşıman gerekir. Birini tercih etsen? Demir: Doğada yemek yapmak. Duvara bakacağıma engin ormanlara, ağaçlara bakmayı; aspiratörün sesi yerine kuşların sesini dinlemeyi tercih ederim. Demir Şef’in mutfağı, tariflerin değil hislerin yön verdiği bir alan. Çocuklukta başlayan keşif duygusu, bugün yürüdüğü patikalarda, kurduğu sofralarda ve film sahnelerinden ilhamla çıkan tabaklarda hâlâ canlı. Bir tabakta bir bakışın izi olabilir, yürüyüş rotasında gizli bir tat, film sahnesinde yakalanan bir his. Her yemek, bir hikâyeye dönüşüyor. Çünkü onun için lezzet, sonuç değil; sadece bir aracı. Yemek önce hissediliyor, sonra pişiriliyor ve en çok iz bırakanlar, zaten böyle doğuyor.
- BMW Art Car Sanatın ve Hızın Yolcuğu
Bir otomobil bazen bir fikirle doğar, bazen bir tuvale dönüşür. BMW Art Car serisi, tam da bu hayalin harekete geçtiği noktada ortaya çıktı. Direksiyon fırçaya, motor sesi sanatçının sezgisine dönüştü ve ortaya çıkan şey, yalnızca bir araç değil; hızın, estetiğin ve vizyonun birleşimiydi. 1975’te Fransız yarış pilotu ve sanat tutkunu Hervé Poulain, radikal bir fikirle BMW’nin kapısını çaldı: Ya bir yarış arabası bir sanat eseri olsaydı? Bu soru, çağdaş sanatın öncülerinden Alexander Calder’in ellerinde yanıt buldu. Renk blokları, çizgisel dinamizm ve soyut kompozisyonlarla boyadığı BMW 3.0 CSL sadece piste değil, sanat tarihine de adını yazdırdı. Böylece BMW Art Car serisi başladı. Seri kısa sürede yalnızca otomobil tutkunlarının değil, sanat dünyasının da odağı haline geldi. Andy Warhol’un ellerinden çıkan BMW M1, o kadar hızlı boyandı ki boya hâlâ ıslakken piste çıktı. Warhol’un derdi süsleme değildi; hızın ruhunu yakalamaktı. “Hızın kendisini resmetmek istedim” dediğinde aslında Art Car serisinin temel felsefesini de tanımlamış oldu. Roy Lichtenstein, çizgi roman estetiğini yarış çizgilerine taşıdı. David Hockney, kaportayı saydamlaştırarak sürücüyü ve motoru sanatın merkezine yerleştirdi. Jenny Holzer, arabayı bir ifade aracına çevirdi; yazıların gücüyle mesajlarını pistin ortasında yankıladı. Jeff Koons ise patlayan renkler ve hareket yanılsamalarıyla BMW M3 GT2’yi adeta bir hız illüzyonuna dönüştürdü. Her bir araç, sanatçısının düşünsel evreninden izler taşıdı. Sadece görsel değil, aynı zamanda duygusal, felsefi ve kültürel bir anlatı sundu ve her biri hızla sınandı. Bu arabalar müzelerde sergilenmek için değil, yarışmak için yaratıldı. Le Mans pistinden Berlin Bienali’ne uzanan bu yolculukta sanat, statik olmaktan çıktı; nefes aldı, devindi, yarıştı. 2024 yılında seriye eklenen son eser, Etiyopya asıllı sanatçı Julie Mehretu’ya ait. BMW M Hybrid V8’in üstünde soyut haritalar, patlayan formlar ve zamanın çok katmanlı izleri yer alıyor. Mehretu’nun tasarımı yalnızca görsel bir yorum değil; geçmişin ve geleceğin aynı yüzeyde çarpıştığı bir anlatı alanı. 2025 yılı, BMW Art Car serisinin 50. yılı. Bu eşsiz koleksiyon, yarım asırdır hızla sanatı aynı çizgide buluşturuyor. Kutlamalar kapsamında bu sanat eserleri dünya turuna çıktı. Calder’in ikonik 3.0 CSL’i ile Mehretu’nun vizyoner M Hybrid V8’i, 24–28 Eylül tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşecek Contemporary Istanbul fuarında yan yana sergilenecek. Asfaltın üstünde geçen bu 50 yıl, yalnızca otomobillerin değil, fikirlerin de yarıştığı bir zamana tanıklık ediyor.
- Prada, Versace’yi Satın Alıyor
Tarihi bir adım, duygusal bir değişim ve moda dünyasında güç dengelerini yeniden şekillendirecek bir birleşme. Prada, Versace’yi 1,25 milyar euro karşılığında satın almak üzere. Moda dünyasının kalbinde yankı uyandıran bir haber geldi: Prada, İtalyan lüksünün bir diğer ikonik ismi Versace’yi satın almak üzere masaya oturdu. 1,25 milyar euro değerindeki bu hamle, Prada’nın 112 yıllık tarihinde gerçekleştirdiği en büyük stratejik adım olarak kayda geçmeye hazırlanıyor. Bir Dönemin Sonu, Başka Bir Dönemin Başlangıcı 2018’de Amerikan merkezli Capri Holdings tarafından 2,1 milyar dolara satın alınan Versace, son yıllarda küresel ölçekte genişleme adımları atmıştı. Ancak pandemi sonrası değişen ekonomik dinamikler ve lüks segmente yansıyan durağanlık, Capri’yi Versace için yeni bir yol çizmeye yöneltti. Gözler şimdi, bu köklü markanın tekrar İtalyan sahipliğine geçişinde yaşanacak dönüşümde. Tasarım Anlayışında Dönüşüm Satın alma anlaşmasının bir diğer önemli başlığı ise kreatif liderlik. Donatella Versace, yıllardır yalnızca markanın yaratıcı yönünü değil, onun kültürel belleğini de taşıyan bir figür olarak öne çıkıyordu. Anlaşma tamamlandığında, kreatif direktörlük koltuğu Miu Miu’daki cesur yaklaşımıyla tanınan Dario Vitale’ye emanet edilecek. Donatella ise markanın baş marka elçisi rolünü üstlenecek. Bu geçişin, yalnızca bir yönetim değişimi değil; Versace’nin estetik ruhunu şekillendiren temel değerlerin yeniden yorumlanması anlamına geldiği açık. İtalyan Modasında Güç Dengesi Değişiyor Bu satın alma gerçekleştiğinde, Prada yalnızca portföyünü genişletmekle kalmayacak; aynı zamanda Fransız lüks gruplarına karşı pozisyonunu da güçlendirecek. Versace’nin Milano’ya taşınacak operasyonel yapısı, Prada Grubu’nun dikey entegre üretim modeliyle desteklenecek. Lisanslı parfüm ve aksesuar ürünlerinde ise mevcut anlaşmalar korunacak. Stratejik olarak sağlam bir hamle gibi görünse de asıl soru, bu birleşmenin yaratıcı etkisinin ne olacağı. Estetik Dengeler ve Kültürel Kodlar: Prada x Versace Prada’nın incelikli zarafeti ile Versace’nin maksimalist, dramatik ifadesi arasında kurulacak dengenin neye benzeyeceği henüz belirsiz. Ancak bu iki güçlü kimliğin aynı çatı altında buluşması, hem yaratıcı ekipler hem de tüketici alışkanlıkları açısından yeni bir evrenin kapılarını aralayabilir. Donatella’nın ayrılığıyla birlikte, markanın taşıdığı tutkunun, teatral görkemin ve ikonik “Versace kadını” imajının nasıl evrileceği, önümüzdeki sezonların en çok merak edilen konularından biri olacak. Prada’nın Versace’yi satın alma süreci yalnızca ticari değil, duygusal ve estetik bir yeniden yapılanmayı da beraberinde getiriyor. Bu birleşme; mirasla inovasyonun, geçmişle geleceğin kesişiminde İtalyan modasının yeni bir dönemine işaret ediyor.
- 44. İstanbul Film Festivali Nisan’da Başlıyor
Nisan, İstanbul’da sadece mevsimlerin değil, hikâyelerin de değiştiği ay. 11-22 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek 44. İstanbul Film Festivali, bu yıl da şehrin ritmini perdeye taşıyor. 139 film, 13 bölüm ve sayısız yönetmen. Her biri izleyicide farklı duygular bırakacak, her biri kendi dilinde konuşacak. Bu yılın seçkisi özellikle yönetmenlik vizyonuyla dikkat çekiyor. Hikâyeler kadar, o hikâyelerin nasıl anlatıldığı, sinemanın görsel diliyle neler yapabildiği öne çıkıyor. Biçimsel olarak sınırları zorlayan yapımlar, sinemaya yalnızca bir izleme eylemi olarak değil, bir deneyim olarak yaklaşan izleyiciler için heyecan verici. “Kamera, bu yıl daha hareketli. Filmler yalnızca anlatmıyor, dokunuyor.” Festivalin açılışını, caz tarihine damga vurmuş bir anıya odaklanan Köln 75 yapıyor. Giorgio Testi ’nin yönettiği film, Keith Jarrett’ın 1975’te verdiği ikonik Köln konserini odağına alıyor. Sadece bir performans değil; bir yaratım süreci, bir yalnızlık, bir odak hâli. Testi’nin sahne enerjisini beyaz perdeye aktarma konusundaki ustalığı, müziği neredeyse fiziksel bir deneyime dönüştürüyor. Genç yönetmenlerin cesaretini gösteren yapımlar bu yıl özellikle güçlü. Brezilyalı Lillah Halla ’nın Levante filmi, yasa dışı kürtaj yaptırdığı ortaya çıkan genç bir sporcunun çevresiyle çatışmasını anlatıyor. Film, Latin Amerika sinemasının yükselen dalgasını temsil eden çarpıcı bir örnek. Norveçli Halfdan Ullmann Tøndel ’in ilk uzun metrajı Armand , sınıfta yaşanan muğlak bir olaya dair bir annenin ve okulun karşılıklı gerilimini konu alıyor. Sadeliğiyle vurucu. Ayrıca yönetmenin sinemasal geçmişi de etkileyici: büyükannesi Liv Ullmann, büyükbabası Ingmar Bergman. Festivalin en radikal hattını çizen yapımlarsa Mayınlı Bölge başlığı altında toplandı. Yorgos Zois ’in Arcadia ’sı, yapay zekâ denetimi altındaki distopik bir toplumda geçiyor. Soğuk, steril ama yer yer ironik anlatımıyla insanlığın geleceğine dair rahatsız edici bir bakış sunuyor. Sofia Exarchou ’nun yönettiği Animal ise Yunanistan’da bir tatil adasında çalışan dansçıların dünyasını anlatıyor. Film, bedeni hem estetik hem politik bir anlatı aracı hâline getiriyor. Kamera dans ediyor, seyirci nefesini tutuyor. “Bazı filmler düşünceyi, bazıları bedeni tetikler. Bu yıl sinema, ikisini birden hedef alıyor.” Festivalin özel bölümlerinden biri olan Cinemania , ustaların filmlerini yeni gözlerle izlemek isteyenler için bir alan açıyor. Claire Denis, Pedro Almodóvar, Chantal Akerman gibi sinema tarihine yön veren isimlerin işlerine yer verilen bu seçki, yalnızca bir retrospektif değil, aynı zamanda sinemanın bugünkü biçimlerine ilham veren bir harita. Akerman’ın bir zamanlar söylediği gibi: “Bir filmi hareket ettiren şey olaylar değil, boşluklardır.” Bu cümle, festivalin bu bölümünde gösterilecek her film için bir tür anahtar olabilir. Geçtiğimiz yılın seçkisiyle karşılaştırıldığında bir yön değişimi hissediliyor. Close (Lukas Dhont) ve Alcarràs (Carla Simón) gibi yapımların duygusal hassasiyeti, bu yıl daha net ve politik tavırlarla yer değiştiriyor. Bu sene, bedenler daha görünür, kameralar daha cesur, yönetmenler daha doğrudan. Festivalin ardından bazı gösterimlerde yönetmen söyleşileri de gerçekleşecek. Film izleme deneyimini yaratıcı sürecin kendisiyle bağlamayı mümkün kılan bu anlar, sinemaya sadece seyirci değil, tanık olma hissi katıyor. İstanbul Film Festivali bu yıl da sinemayı kutlamıyor yalnızca; sinemayı sorguluyor, açıyor, değiştiriyor. Perdeler karardığında sadece bir hikâye değil, bir niyet de başlıyor ve belki de bu yıl, en çok o niyete kulak kesilmek gerekiyor.










